İbrahim TUNCER


“BİR VARMIŞIZ, BİR YOKMUŞUZ”

-------------------------------------


Canlı varlıkların ceninin ana rahmine düşmesiyle canlının hikâye serüveni başlar. Hikâyenin bu kısmı bundan sonraki hayatımızın belki de en rahat zamanlarını kapsar. Çünkü bu dönemdeki bir canlı olarak yaşam mücadelemizde ne bir lokma ekmeğe ne bir parça giysiye ne de başımızı sokacak bir eve ihtiyaç duyduğumuz dönemdir. Taşıyıcı annenin yedikleriyle beslenir, onun vücut sıcaklığıyla ısınır ve yine onun vücudu içinde kendimizi güvende hissederiz.

İnsan olarak asıl maceramız ise doğumumuzla birlikte başlar. Artık o konforlu kısa hayatı anlatan hikâye bitmiştir. Bundan sonra beslenmek için yemeye, içmeye, giyinmeye ve dahası güneşten, yağmurdan, soğuktan ve yabani yaratıklardan korunmak için de barınmaya ihtiyaç duyarız. Ve bütün bunlar hep kendi çabamızla gerçekleştireceğimiz şeylerdir.

Her yaşayan canlı varoluş itibarıyla doğada kendine barınma alanı oluşturmuş, bu barınma alanıyla kendini diğer zarar verici canlılardan korumuştur. Bu doğrultuda tüm canlıların dünya üzerindeki doğal kaynakları ve ortak kullanım hakkıyla birçok yönden faydalanmış yaşama ve beslenme alanlarını coğrafyaya göre oluşturmuştur. Yaşam süreci içinde Dünya’nın herhangi bir yerindeki çevresel tahribat tüm canlıları etkilemiştir. Eski tarih dönemlerinin her birinde yaşam alanlarının farklılıklar gösterdiği ancak doğal şartlara uygun yerler düzenlenirken sosyal özelliklerin de göz önüne alındığı görülmektedir.

Eldeki bilimsel kaynaklara göre insanoğlunun yeryüzündeki serüveninde ilk zamanlar yaşamsal temel ihtiyaçlarından olan mesken veya mekân oluşturma çabası vardır. İnsanların ağaçların üstlerinde, ağaç köklerinin oyuklarında veya yüksekte yer alan kaya oyukları ile mağaralarda yaşamlarını sürdürmüş olduğunu öğreniyoruz. Tarihin ilk serüveni insanlar için doğada hazır bulunan ortamlarda barınak olmuştur. Zaman içinde basit dal ve sazlardan hazırladığı meskenlere sığınmış, taşların kırıklarıyla taşları üst üste yığarak kendilerine ayrı barakalar oluşturarak daha güvenilir mekânlar yapmaya çalışmışlardır. Aklın en üstün düzeyiyle donatılmış olan insan, yeryüzünde mağaralardaki yaşamın ardından barınma gereksinimi için çeşitli çözümler üretmiş, uygun coğrafyalarda toplum haline gelmeye başlamış, sonunda yerleşik düzene geçişler başlamıştır.

Tarih boyunca deneme yanılma yoluyla insanın kendine güveni artmış, artan güvenle kimi zaman aşağılanmış veya yüceltilmiş, elindeki araştırmayı bırakmadan bir şekilde başarıya ulaşmıştır. Yaşam süreci içinde her insanın, her canlının ve her nesnenin bu dünyada bir macerası, hikâyesi oluşmuştur. İnsan hem beden hem de ruh yönüyle yaratılmış, aklıyla düşünebilen, irade sahibi, sorumlu ve inanan mükemmel bir varlık olarak yaratılmıştır. İnsan bütün bu özelliklerden dolayı diğer canlılara üstünlük sağlanmıştır. İnsan her konuda çok iyi olduğunu ve her şeyi bildiğini sanır ve birçok kez yanılgıya düştüklerini anladıkları halde, bunu çevresine hissettirmez. Baskıcı gücüyle her zaman haklı olduğunu düşünen insan, esasen birçok arzulara sahip olduğu için çeşitli nimetlere bir an önce kavuşmak için aceleci davranır.

Her canlı çıplak olarak doğar, ona emanet edilen canı hayatının sonuna kadar istediği şekilde kullanır, zamanı gelince o emaneti teslim eder ve yine yeryüzünüzden çıplak olarak göç eder. Bu gerçeğe rağmen insan hayatı boyunca kendi için çalıştığını sanır, aslında hep birileri için çalıştığının farkına varmadan çalışmalarına devam ederek hayatını bir şekilde sonlandırır. Onun ardından gelecek olan kişiye daha rahat bir hayat sunmuş olur veya bırakmış olduğu mirasla aile facialarına sebep kılmış olur. Miras, aile ve akrabalar arasında husumetlerin başlamasına sebep olur ve akrabalar arasında ayrılıklar ortaya çıkarır. İnsanlar yaratıcının her canlıyı yaratırken onlara yüklemiş olduğu sorumluluk ve görevlerini unuttuğundan, dünya malı hırsının gözlerini kör etmesiyle ömürlerini tamamlamış olurlar.

Saniyenin bile garantisinin olmadığı bir dünya ortamında, insanı yaşamın kıyısına iten bu hırs nedir? Yaşanan dünya coğrafyasında insan denen varlığın yaşayacağı ömür ortalama altmış, fazlasıyla yüz yıl arasındadır. Yeryüzünde en uzun ömür Hz. Nuh’a verilmiş olduğu halde Hz. Cebrail, Hz. Nuh’a gelerek;

Ey en uzun ömürlü peygamber, dünyayı nasıl buldun?” diye sormuş, Hz. Nuh;

İki kapısı olan bir ev gibi! Birinden girdim, diğerinden çıktım.” cevabını vermiştir.

Kısacık bu ömürde insanın hiç ölmeyecekmiş gibi dünya malı için yaşaması onu cezbetmiş ve asıl görevlerini unutmuştur. Bize emanet edilen canı zamanı gelince teslim ediyorsak, aldığımız nefesi geri veriyorsak, nefesimizin bile bize ait olmadığı bu dünyada sahip olduğumuzu düşündüğümüz şeylerin büyüsüne kapılmak nasıl bir duygudur… Şunu hiç unutmamalıyız; her canlı dünyaya çıplak geliyor ve bu dünyadan göç esnasında yine çıplak olarak uğurlanıyor, yaşam sürecinde kazandıklarımız bizlere bir emanet olarak verilip, günü geldiğinde bu emanetleri geride kalanlara emanet olarak bırakıyorsak bizler kendimiz için değil de bir başkası için çalıştığımızı o zaman anlaya biliyoruz.

Yaratılış itibarıyla insan en üst seviyede yaratılmış ve en değerli olarak her insana bir akıl gücü ikram edilmiştir. Allah maddi ve manevi açıdan en mükemmel surette yarattığı insana, daha doğuştan hak ve hakikati tanıyabilecek bir fıtrat bahşetmiştir. Buna istinaden insanoğluna aklın yanında bir de mücadele edeceği nefis ikram edilmiş ki insan aklıyla nefis arasında mücadele yaşamaktadır. İnsan mücadeleyi nasıl kazanacak; nefsin sınırları içinde kendine emredildiği şekilde mi yaşıyor yoksa nefsine yenik düşerek nefsin yolunda mı yürüyor…

İlk önce nefsi bir tanıyalım. Nefis ya da Nefs (نفس) Arapça kökenli olup sözlükte; “Ruh, bir şeyin kendisi, akıl, insan bedeni, ceset, kan, azamet, arzu ve kötü istekler” gibi manalara gelmektedir. Tasavvufi olarak da; “Kendisinde iradi hareket, his ve hayat kuvveti bulunan latif buharlı bir cevherdir” şeklinde tanımlanır. Nefsin yedi mertebesi vardır. Bu mertebelere aynı zamanda “atvar-seb'a” da denmektedir.

1. Nefs-i Emmâre: Allah`ın emirlerine uymayan, yasaklarını çekinmeden yapan ve zevkine tabi olan nefistir.

2. Nefs-i Levvâme: Allah`ın emirlerine bazen uyan, bazen uymayan, işlediği günahlardan dolayı üzülen ve sevaplardan dolayı sevinen nefistir.

3. Nefs-i Mülheme: İlhama mazhar olmuş nefistir.

4. Nefs-i Mutmainne: İman esaslarına inanan, İslam`ın emir ve yasaklarına uyan, bu konularda hiç bir şüphe ve tereddüdü olmayan, neticede Allah ile manevi bir bağ kuran ve bunun lezzetine ulaşan nefistir.

5. Nefs-i Radiye: Her yönüyle Hakk`a yönelen, Allah`tan gafil olmama şuuruna eren ve O`ndan razı olan nefistir.

6. Nefs-i Mardiyye: Bütün benliği ile Hakk`a teslim olan ve böylece Allah`ın kendisinden razı olduğu nefistir.

7. Nefs-i Kâmile: Bütün kötülüklerden sıyrılıp manevi olgunluğa eren nefis. Bu mertebeye erişen bir kişinin bütün sıfatları güzeldir ve her hali ibadet sayılır.

Yaşam süresince insan kendi kendisinden çekinircesine, kendi iradi gücüyle birden harekete geçerek nefsiyle hasbihal eder, doğruyu veya yanlışı aklıyla düşünmeden nefsin doğrultusunda kararını verir. İnsan istekleri doğrultusunda hareket ederse onun doğru yolu bulması zorlaşır. Nefs-nefis insanı doğru yapacağı işlerden ve sevdiklerinden dahi uzaklaştırır. İnsan dünyada neden var olduğunu ve neden yaşaması gerektiğini yapmaya karar verdiği şeyi pes etmeden önce denemesi gerektiğini öğrenir. İnsanoğlu aslında çevresindekileri yargılamadan önce son bir kez daha dinlemeli, karşısındakine tepki vermeden aklen iyi düşünmeli, başkalarını eleştirirken kendi yaşam düzenini gözden geçirmeli, yaşam sürecince görevinin ne olduğunu hatırlamalı ve en son gideceği yeri unutmamalıdır.

Yaratıcı, insana akıl, irade ve fikir gibi yüksek yetenekler vermiş ve evreni de ona emanet etmiştir. Böylece insan kendisine verilen bu yeteneklerle şerefli bir mevkie getirilirken önemli ve ciddi görevlerle de yükümlü kılınmıştır. Koca bir evren insanoğluna emanet edilirken bu kavgaların ve savaşların sonu yine ölümdür. Kim bir insanı kasten öldürürse onun cezası ebedi kalacağı cehennemdir. İnsanı yaşat ki o da seni yaşatsın, neden barış ve huzur içinde yaşayamıyoruz. Niye fitneyi aramızdan çıkaramıyoruz. Ömrün en uzununu sana verseler 100 yıllık ömrün sonunda da yine göç var. Giderken yanında ne götürebilirsin, biraz kendin için çalış ki o sana verilen emanet göç ediğinde ruh huzur içinde uyusun.

Seçemediğimiz bir anne babadan dünyaya geliyorsak, aldığımız nefesi geri veriyorsak, yediğimiz yemeği çıkarıyorsak, verilen emanet canı zamanı gelince iade ediyorsak, işte nasıl dünyaya gelmek bizim kararımız değilse ölüm de bizlerin kararı değildir. Bırakalım açgözlülüğü, kıskançlığı, kini, nefreti, sevelim bizlere verilen herkesi ve her şeyi.

En uzun ömürlü dönemde Hz. Nuh kavimde bir kadının ağladığını görür ve sorar;

-Neden ağlıyorsun? Kadın cevap verir;

-Oğlum hiç gün yüzü görmedi genç yaşta vefat etti. Hz. Nuh tekrar sorar;

-Kaç yaşındaydı oğlun. Kadın cevap verir;

-250. Hz. Nuh tebessüm ederek söyler;

-Öyle bir zaman gelecek ki insanlar az bir zaman yaşayacak. 60-70 yıl ömürleri olacak.

Kadın sorar;

-Onlar ev de yapacak mı? Hz. Nuh cevap verir;

-Bu ömür için hem de en âlâlarını yapacaklar. Kadın şöyle der;

-Ben onların yerinde olsam iki kazık çakar üzerini örter, Rabbime hamd ederim.

Her canlı ölümü tattığı gibi son toplanma noktasında toplanıp orada adaletli bir şekilde sorgulanıp hak ettikleri mekânlara gönderileceklerdir. Yunus Emre’nin dediği gibi;

“Mal sahibi, mülk sahibi

Hani bunun ilk sahibi

Mal da yalan mülk de yalan

Var biraz da sen oyalanan.”