Tahir ORHAN


İLETİŞİM YAZILARI

-----------------------


GİRİŞ “GENEL DEĞERLENDİRME”

Bu sayfalarda bundan böyle, “İletişim Yazıları” genel başlığı altında yazılar yazmak istiyorum. 32 yılını TRT’de geçirmiş, yıllardır çeşitli üniversitelerde panellere, sohbetlere katılan ve 5 yıldır da İletişim Fakültesinde dersler veren bir iletişimci olarak kendimi buna borçlu hissediyorum.

Türkiye’de kitle iletişim araçlarında o kadar çok çamlar devriliyor ki, bunları birisinin gündeme getirmesi gerekiyor. Bu yüzden kendimi buna adamış oluyorum.

Eğer tutulursa, her hafta yeni bir konu ile karşınızda olmak istiyorum.

Genel bir değerlendirmeyle başlıyoruz.

31 Mayıs 1964’te kurulmuş TRT’nin Anayasa ile korunan yayıncılık alanındaki tekeli, 1990 yılında daha yasal çerçeve oluşmadan yayınlara başlayan birçok özel radyo ve televizyon kuruluşları ile kırılmıştır. 8 Temmuz 1993 tarihinde, Anayasanın 133. Maddesinde yapılan değişikliklerle Türkiye’nin yayıncılık alanındaki kamu tekeli kaldırılmıştır.

1994 yılında çıkarılan 3984 Sayılı “Radyo ve Televizyon Kuruluşlarının Kuruluş ve Yayınları hakkında Kanun” ile özel radyo istasyonlarının, televizyon kanallarının ve TRT’nin uymakla mükellef kılındığı düzenlemeleri oluşturan, özerk ve tarafsız kamu tüzel kişiliğine haiz yetkili bir düzenleyici makam olan Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) kurulmuştur. 

Hal böyle olunca, dizi ve film sektöründe de büyük bir canlanma oldu. Ne yazık ki çoğu, her türlü estetikten, milli ve manevi değer kaygılarından yoksun pek çok film, ekranlarda arz-ı endam etti. İleriki yazılarımızda bunlara çok değineceğiz.

Şimdi sıra RTÜK’te… Kanun ona yetki vermiş vermesine ama bu yetki, bir zararlı film yayımlandıktan sonra, hem de haftalar sonra, o da bir veya birkaç günlük yayın kesme cezası ile sınırlıdır. Caydırıcı olmadığı müddetçe de, cezaların hiçbir kıymetiharbiyesi kalmamaktadır.

Serinin ilk yazısı olması hasebiyle, önemli bulduğumuz ve ilginizi çekeceğine inandığımız birkaç hikâyecikle bugünkü yazımızı tamamlamak istiyorum.

Türkiye’de ilk radyo yayını, 5 Mayıs 1927’de İstanbul Sirkeci’deki Postanenin ikinci katından yapıldığını biliyor muydunuz?

 Mikrofon başına geçen Eşref Şefik’in “Alo Alo, Muhterem Sami’in (dinleyiciler) Burası İstanbul Telsiz Telefonu. Bin 200 metre  tul-u mevc, 250 kilosikl. Şimdi akşam neşriyatımıza başlıyoruz”  sözleri semada yankılandı ve o zaman çok az sayıda bulunan radyo alıcılarına ulaştı.

Peki, ilk televizyon yayınının, Ankara'nın Mithatpaşa Caddesindeki iki binanın bodrum katında bulunan stüdyodan, 31 Ocak 1968 günü siyah beyaz olarak 19.30'da gerçekleştiğini duymuş muydunuz?

Yayın, TRT'nin ilk televizyon, aynı zamanda ilk kadın spikeri Nuran (Emren) Devres'in,

-"Burası üçüncü bant beşinci kanaldan deneme yayını yapan Ankara Televizyonu. Sayın seyirciler bugün 31 Ocak 1968 Çarşamba, Ankara'dan televizyon yayınına başlıyoruz"  sözleri ile açılmıştır.

Sonra, saatler saatleri, günler günleri, haftalar haftaları, aylar ayları, yıllar yılları kovaladı. Ve bugüne gelindi.

Neydi bu televizyon denilen aptal kutusu?

Günümüz iletişim toplumunda, televizyon, diğer medyaları da etkileyerek, siyasi açıdan neyin haber olup olmayacağını ve gündemde neyin olup olamayacağını belirleyecek duruma gelmiştir.

Kamuoyu tartışmaları, olayların kendisi tarafından gerçek boyutları ile değil, sunuluş biçimi tarafından belirlenmektedir. Yani televizyon kendi görüntüleriyle bir dünya şekillendirmektedir. CNN'in sahibi Ted Turner bu yüzden,

-"Bizim kameraların çekmediği ve yayınlamadığı şeyler, var olmamış demektir" diyebilmektedir.

Burundi'deki vahşetin gündemde olduğu günlerde, ABD Başkanı'nın Brüksel ziyareti sırasında Belçika Başbakanı Dehaene, kendisinin dikkatini Burundi'deki vahşete çekmeye çalıştığında Clinton, "Bu ülkenin ciddi problemleri olduğunu biliyorum ama CNN henüz göstermedi" demişti.

Televizyon, tıpkı soluduğumuz hava gibi, hep birlikte paylaştığımız bir araçtır; o, yaşadığımız, topluma ve dünyaya yönelen ilgimizin, merakımızın merkezini oluşturmaktadır. İnsanlar onun önünde kendilerine sunulan dünyanın içine girmekte, Körfez savaşını, Sivas'ta bir otelde yakılan insanları, Suudi Arabistan'da kılıçla idam sahnelerini izlemekte; "orada olma, orada bulunma" duygusunu yaşamaktadır. Oysa olaylara ne kadar yakın olurlarsa, onları o kadar az görmekte ve anlamaktadırlar.

 Hazırladığı "Benetton" reklamlarındaki yaklaşımıyla, olumlu olumsuz birçok eleştiri alan İtalyan reklamcı Oliviero Toscani, Newsweek'te kendisiyle yapılan söyleşide,

-"Ünlü bir modern iletişim uzmanı olmanıza rağmen, evinizde televizyon olmamasını nasıl açıklıyorsunuz?" sorusuna;

-"İnsan yarım saat televizyon izleyerek, Afrika’daki bir iç savaşı, Amazonlarda giderek yok olan yağmur ormanlarını ve Bosna'daki soykırımı gördüğünü düşünebilir. Aslında o, hiç bir şey görmemiştir; koltuğunda oturmuş ve başkaları tarafından ona sunulan, hızlandırılan, yavaşlatılan ve yönlendirilen görüntüleri izlemiştir. Edilgen bir tavırla hiç bir şeyi öğrenemezsiniz" cevabını vermiştir.

Evet, dostlar televizyon denilen o engin dünyada bunlar olmaktadır ve biz her akşam, çalışanlarımız her akşam, ev kadınlarımız ise her gün, her saat, bu sihirli kutunun karşısında zaman geçirmektedir.

Böylece, bize sunulanı alarak, tam bir yıkanmış beyinle toplum önüne çıkmaktayız. Sanırım bu isteniyordu.7 aydır taktığımız maskelerin yayarlı mı yoksa zararlı mı olduğuna hâlâ karar veremememiz bundandır efendim. Çünkü her gün, yetkili, yetkisiz pek çok kişi, bizi istediği gibi yönetmektedir. Evden çıkılmayacak denildiğinde hiç birimiz bunu sorgulayabildik mi? Yanlış anlaşılmasın; sokaklara çıkın eylem yapın, yakın, yıkın demiyorum. Aslında ne demek istediğimi siz iyi anlıyorsunuz.

Zaten bu yazıları sizin gibi büyük kitleler de iyi anlasın diye yazıyoruz.

Muhabbetle efendim!