Ahmet MUTLUOĞLU


Tarih Boyunca Köylerimizin Sağlık Sorunları


Hastalık tarih boyunca var olan bir durumdur. Baş, diş, karın, kol ağrır; mide bulanır, moraller bozulur, gözler şaşı olur, göremez. Çocuk gelişimi aksar, doğumlar gecikir, sorunlu olur? Öyle ya, dünyanın yüz bin türlü hali vardır. En ufak bir aksamada sağlık kurumuna koşuyoruz. Neredeyse köylerde bile sağlık kurumumuz, eczanemiz, doktorumuz, eczacımız var. Kısa sürede ulaşabiliyoruz bunlara. Hatta bir telefonla ambulans ulaşıyor bize en kısa zamanda. Ya elli sene öncesi? O zaman da böyle miydi acaba? Elbette hayır. Doktor yok, eczane yok, yol yok, araba yok. Eeee, hasta olanlar ne yapıyordu o halde?

Şüphesiz boş durup beklemiyorlardı; vardı onların da tedavi yol ve yöntemleri. Öyle ya, derdi veren Allah, dermanı da verirdi. Mesela yangın, cenaze veya taş yuvarlanması vs.den ürperdiniz de, şimdilerde ?anksiyete? diye tabir olunan bir durumunuz mu söz konusu, hemen eşarbınızı kapar Şikon Sakine Akdoğan´a (1878-1980) veya kızı Post Fadime Tellioğlu´na (1911-2008) veya Ömeroğlu Hatice Asanoğlu´na (1922-2010) koşardınız. O sizi okuyup üflerken bir taraftan da eşarbınızı ölçer defalarca, dirseğinden parmak ucunu ölçü alarak; sonra da, ?yüreğiniz 4 parmak, 5 parmak? kaçmıştı, tamamdır şimdi geri aldım, geçmiş olsun? der ve eşarbınızı iade ederdi. Siz de tedavi olur rahatlardınız.

Örneğin, çocuğunuz geç mi yürüdü, gidersiniz Kutri Lütfiye Mutluoğlu´na (1932-?); o annesinin ilk çocuğudur, alır yanına oğlu Ahmet´i (1952-?) çünkü o da annesinin ilk çocuğudur; konuşmadan 41 kişiyi dolanırlar bir bakraç ve bir testi su ile. Yıkarlar sağ ellerini bakraca her birinin ve iş bitince eve dönerler. Teslim ederler suyu hasta sahibine. Yedi gün aç karnına içer o sudan çocuk. Bazen rastlantısal olarak yürür bir kaç gün içinde. Bazen de bir iki ay sonra yürür, ama yürür mutlaka. Zaten zamanıdır yürümesinin. Yapılanla da aileye moral destek olunur.

Nazar mı değdi çocuğunuza, gözleri şaşı mı oldu? Aynı kişi veya köyde benzeri olan hatunlardan biri, ocaktaki çengelli zinciri, sacayağını, metal eşeği, bir tirken, bir kazma, bir bel, bir nal?vs. gibi metalleri şöminede tutuşturulan ateşte kor oluncaya kadar ısıtır; sonra aletleri su dolu bir tekneye batırır (onlar cızladıkça hastalık ve bozukluk geri gider) közlerden de atılır suya ve daha bir cızlar su. Cızlama ne kadar şiddetliyse hastalığın o derece ağır olduğuna delalet eder. Soğuyan kömürlerden birer ikişer avuca alınır ve kafa üzerinden, arka dönük bir şekilde, odanın dört köşesine atılır. Kalan sudan bir hafta aç karnına içirilmesi salık verilir, operasyon sonlandırılır. Tedavi neticesi mi, eh işte yine de bir moral destektir.
Bayansınız ve çocuğunuz mu olmuyor? Yine bu ?uzman hatunlardan? biri, kırk bir ilk doğan hatundan kırk bir parça bez toplar, diker o parçalardan size bir entari yapar. Giyersiniz. Kırk gün içinde gebe kalırsınız inşallah.

Bunların örnek ve uygulamaları o kadar çoktur ki sıralasak bir kitap olur. İnsanoğlu her zaman derdine çare aramıştır. Çoğu zaman bulmuştur da.

Örneğin; Ğavuş İbrahim Efendi´nin (1870-1957) cerrahi müdahalede de bulunan bir hekim olduğunu, Kutri Ahmet Efendi´nin (1872-1950) yaptığı merhemlerin en onulmaz yaraları iyileştirdiğini, Çifoğlu Mehmet Niyazi´nin (bilinen ismi Mehmet Ali) (1900-1975), Ömeroğlu Mehmet Asanoğlu´nun (1905-2010), Gavuş Oğlu Muhtar Mehmet Arslantürk´ün (1904-1983), Atmaca Hafus namıyle mağruf Muhtar Sadık Doğan´ın (1931-1996), yakın tarihte köyümüzün doktorları olduklarını ve ilk müdahale ile çok yararlı ve başarılı sağlık hizmeti verdiklerini kendilerini rahmetle yâd ederek belirtebiliriz.

Bu yazımızda da Hudekzadelerden Paşa Memiş ismiyle tanınan Hafız Ali Rıza (1933-2011) Oğlu İbrahim Tuncer´in ( 1964-...) bilgi talebi üzerine; Zeleka´nın en tanınmış ruh hekimi, babam Kutri Zade Hafız Mustafa Mutluoğlu (1927-1993)´nun doktorluğunu ele alacağız.

Cinci Mustafa Hoca, küçük yaşta hafızlık icazeti alır, Arapça okur ve çocuk yaşında Ankara Bala Evciler Yayla Köyü´nde imamlığa başlar. Hayatını ve aile maişetini değişik illerde imamlık yaparak devam ettirir. Bu dönemde hastaneler çok azdır ve il merkezlerindedir. İlçelerde bir pratisyen hekim, bir de ilaç dolabı vardır. Hastaların birinci basamak müracaat ve tedavi ayağı, köylerdeki kendi kendine yetişen sağlıkçılar, ebeler, falcı ve müneccimvari bayanlar ve hocalardır. Bu bakımdan Hafız Mustafa Hoca izinli veya görevli olarak köyde olduğu zamanlar, evimiz birinci derece sağlık ocağı gibidir. Hastalar sabah namazı ile gelir, sıraya girer, okunur giderlerdi. Kimine üç, kimine beş, kimine yedi gün okunacaksın diye ön rapor verilir. Bu sürenin sonunda da kesin karar olarak; kimine ?sana benden fayda yok doktora gideceksin?, kimine ?bir ay sonra kontrole geleceksin?, kimine de ?tamamdır sen iyisin? denir gönderilirlerdi.

Rahmetlinin bu tedavi yolunu nereden öğrendiği konusunda bilgimiz yoktur. Ancak yol ve yöntemlerini yıldan yıla geliştirdiğine tanık olduk hayatımız boyunca. Bilinen bir gerçek, sürekli Kur´an´dan ayetler okuduğu, ayetin sonunda da hastaya üflediğiydi. Alanımız olmadığı ve adeta bir gizem içerdiği için, hangi surelerden okuduğu da bizce meçhuldür.

Zaman içinde tedavi yöntemlerini geliştirir, bir nevi terapiye dönüştürür. "Daire Açmak" diye tabir olunan yöntemle, hastanın ruhi dünyasına girmeye çalışır, sorunlarını anlattırıp deşarj olmasına ve ruhen rahatlamasına imkân tanır. Daire, ya kağıt üzerine çizilen kapısı açık üçgen bir şeklin içine kurşun kalemle karalanmış irice bir nokta, ya da yarıya kadar normal su ile doldurulmuş su bardağının içine atılmış metal bir 25 kuruşluktur.

Hastaya veya tercüman olarak seçilen on iki yaşından küçük bir çocuğa, bu siyah noktaya veya su içindeki paraya dikkatle bakması tembihlenerek okuma ve daireye doğru üfleme süratle devam ederken sık sık "bir şey gördün mü?" diye sorulur. Genelde hastalar ve tercümanlar beş-altı dakika sonra, dairenin açılıp büyüdüğünü, huzura insan veya hayvan benzeri canlıların geldiğini, insan şeklinde olanlarının ayaklarının ters olduğunu anlatır, hatta onlarla konuşturulurlardı. İfadeler alınıp hastayı niçin, nasıl, ne zaman ve nerede çarptıkları, kaç kişi oldukları öğrenildikten sonra daire kâğıtta ise yakılarak, suda ise bıçakla taranarak cinler yok edilirken hastadan, ?yapmayın, acıyın, insaf edin? çığlıkları eşliğinde ağlama ve hıçkırmalara şahit olunurdu. Bu işlem, hastalığa yol açan cinler bitirilinceye kadar her gün tekrarlanır ve günlerce devam ederdi. ?Tamam, kimse gelmiyor, kimse kalmadı? cevapları bir kaç seans peş peşe alınınca da operasyon sonlandırılır ve genelde hastalar iyileşirdi. Bu hastalar için: ?marazlandı? veya ?marazlı? tabirleri kullanılırdı.

Bu işlemler, doktorlar ve sağlık kurumları arttıkça ve halk aydınlandıkça azalmakla birlikte, neredeyse babamın vefatına kadar devam etmiştir. Karşı beri köylerimizde, imamlık yaptığı Akçaabat ve Rize´de bu alanda ilk akla gelenlerdendi. Doğrusu şifa bulduğunu söyleyenler çoktu ve kendileri ailemiz ve çevremizce de biliniyordu ve halen bilinenleri de vardır.

Rahmetlinin günlerce okuyup üflediği, saatlerce uğraştığı hastalardan bir talebi olmazdı. Kimi tarla bahçe işimize yardımcı olur, kimi bir iki paket sigara, çay şeker getirir, kimi de zorla 20, 30, 50 lira çok nadiren de 100 lira bırakır gidelerdi.

Benim hiç bir zaman ciddiye alıp inanamadığım bu iş, psikolojik bir sağaltım ve tedavi yöntemiydi kuşkusuz. Yasal olarak yasak olduğu için sözümona gizli yapılmaktaydı. Oysa babamızın hasta okuduğunu herkes bilirdi ve hiç bir zaman da resmi makamlarca sorgulanmadı. Yani bu diplomasız psikologları devlet de zımnen kabulleniyordu.

Ben ne küçükken ne de büyükken dairelerde hiç bir şey göremedim, ama gördüm diyen çok kişiyi gözledim, izledim. İyi oldum diyenlere de çok şahit oldum. Hatta sırtta gelip yürüyerek giden hastaları da bilirim.

Kendisiyle her zaman tartışırdım bunun gerçek olamayacağı konusunu. 1971 yılı sonbaharının bir gününde yine böyle bir tartışmaya girince, bir makara iplik getirmemi istedi. İplikle enine boyuna vücudumu ölçerken okuyup üflemeye başladı. Birkaç dakika sonra midem bulandı, başım döndü, dizlerimin bağı çözüldü, yere düşecek gibi oldum. ?Tamam, teslim? diye haykırınca da tekrar okuyarak ipliği geri sardı ve durumum düzeldi, eskisi gibi oldum.

Kuşkusuz, uygulanan bir psikoterapi yöntemidir ve ilmen de geçerlidir. Yıllarca karşılıksız denebilecek bir şekilde bu alanda nefes tüketen, vakit ve emek sarf eden Sevgili Babam, birçok insanın şifa bulmasına ve rahatlamasına vesile olmuştur.

Aradan geçen elli sene zarfında okullar yaygınlaşır, herkes okullu olur, okur aydınlanır, hastalığın ne olduğunu daha iyi idrak eder. Tedavi yolları öğretilir tıp fakültelerinde. Doktorlarımız, eczacılarımız çoğalır yurt sathında. Böylece ?hani nerdeler, şimdi niye yoklar? diye sorduğumda, babamın ?kestim, yaktım bitirdim onları? dediği cinler ve cincilik de tarihe karışır.

Bölgemizin ve yurdumuzun diğer köylerinde de durum üç aşağı beş yukarı aynıdır. Her köyün tanınmış cerrahları, psikologları, psikiyatri uzmanları, sıhhiyye, ebe ve hemşireleri vardır; ihtiyacı da görüyordur bu mektep görmemiş diplomasız sağlık elemanları. Ama apandisit patlaması, mide kanaması gibi şimdilerde çok kolay önlenebilen olaylar dolayısı ile de ölenlerin haddi hesabı yoktur o devirlerde.

KAYNAKÇA:
1. Hafus Mehmet Asanoğlu, Mehmet Oğlu (1936-?. )
2. Mustafa Tellioğlu, Hüseyin Oğlu (1944-?)
3. Ayşe Akdoğan Teke, Mehmet Nuri Kızı (1961-?)

ZELEKANIN DOKTORLARI VE BAŞ SÜNNETÇİ ÇİLHOROZ

?Zeleka´nın Doktorları? başlıklı yazımızda, 21. yüzyıla gelinceye değin üçte ikisi köylerde yaşayan halkımızın sağlık sorunları ve tedavi yöntemlerini, köyümüz Zeleka´dan canlı olarak nakletmeye çalıştık. Günümüzde il ve ilçelere dağılmış tam teşekküllü binlerce hastane ve bu hastanelerde yüzlerce bölüm mevcut olmasına rağmen yine şikâyetçiyiz yetersizliklerinden. Ya bunlar yok denecek kadar az ve ulaşılamaz denecek kadar uzak ve pahalı iken ne yapıyordu eskilerimiz.

Derdi veren Allah dermanı da veriyordu elbette. Halk tarım ve hayvancılıkla geçiniyor ve özellikle bol miktarda koyun keçi gibi küçükbaş hayvan besleniyordu. Yılın dörtte üçü yağmurlu geçen bölgenin bayır ve kaygan arazisinde hemen her gün birkaç koyun kayıyor, bacağı kırılıyor, sakatlanıyor. Adı bile bilinmeyen veteriner çağrılacak değil ya... Çoban muayene ediyor, kırılan kemiği bulup düzeltiyor, un hamuru ile sarıyor, hartama diye tabir olunan yassı tahta parçaları ile çevreleyerek sıkıca bağlıyor; kemik de kaynıyor kısa bir sürede. Kazanılan deneyim, kolu bacağı kırılan insanlarda da uygulanıp başarılı olununca çağın pratisyeni, terfi ediyor uzman kırıkçılığa.

Mimilos (Kumlu) Köyü´nde Müftüoğlu Mehmet Hilmi Şentürk (1892-1972), Holaysa (Yeşilalan) Köyü´nde Kalenci Mehmet Oğlu İbrahim Kalyon (1908-1976), Şinek (Ataköy)´ten Hüseyin Oğlu Ahmet Gülmez (1898-1974) gibi çok meşhurların yanında görevdedir her köyün fahri kırıkçıları. Bilinen kırıkçılarımızdan bazılarını listeleyelim:

Bilal Oğlu Muhammet Aydın (1900-1970)
Muhammet Oğlu Mehmet Aydın (1927-1984)
Esat Oğlu Süleyman Kaya (1913-1997)
Hasan Efendi Oğlu Hasan Taka (1910-1994)
Ali Oğlu Hasan Aslan (1902-1996)
Kasım Kızı Salihe Şahin (1896-1991).

Becerisini tabanca fişeğinden diş kaplamaya kadar geliştiren, Yeşilalan Holaysalı Salih Oğlu Şahmeran Tosun (1934-2013) devrinin en meşhur diş tabibidir. Zeleka´da uzun yıllar dişçiliği ifa eden köylülerimiz ise şunlardır:

Koçot Süleyman Mustafa Oğlu Kırbıyık Ahmet Atalay (1901-2012)
Hamit Oğlu Yusuf Akyüz (1915-2006)
Kamil Oğlu Mehmet Niyazi Çiftçi (Mehmet Ali) (1900-1975)
Hasan Efendi Oğlu Mehmet Taka (1920-1985)
Ali Oğlu Hasan Arslan (1902-1996)
Muhammet Oğlu Mehmet Aydın (1927-1984)
İbrahim Oğlu Hafız Mehmet Çiftçi (1925-?).
Sağlık alanının en önemli dallarından biri de ?sünnetçilik?ti kuşkusuz. Sünnet önemli bir olay. Ailenin direği ve geleceğinin teminatı erkek çocuklarının, erkekliğe ve islama ilk adımları.

Bu dalın uzmanlarının, bizim oralarda sembolik bir sabun veya bir havludan başka hiçbir ücret kabul etmemelerine karşın il dışında köy köy gezip profesyonelce bu mesleği icra ettikleri de bilinir. Hatta Sağlık Bakanlığı´ndan da belgelidir bir kısmı. Kiminin alet çantasında ?Fenni Sünnetçi? kimininkinde ise ?Sünni Sünnetçi? ibaresi bulunur.

Zeleka´nın o devir sünnetçileri ise şöyle:

Mehmet Oğlu Süleyman Tok (Çilhoroz) (1903-1999)
Şerif Efendi Oğlu Ali Çiftçi (1904-1983)
Karahasan Ahmet Oğlu Mustafa Hilmi Kara (1905-1986)
Kibicaoğlu Recep Durmuş (1900-1972)
Şerif Efendi Oğlu Mehmet Çiftçi (1906-1982)
Hudek-Memiş Aziz Oğlu Eyüp Tuncer (1895-1985).

Çocukların evlerde, kör idare lambalarının loş ışıkları altında doğduklarını vurgulayarak, ebelerimizi rahmetle analım, sırası gelmişken. Her üç hanımdan biri, kordon kesmiş, bebek yıkamış, kundağa sarmış ebesidir o devrin. Tüm Anadolu´da olduğu gibi bölgemizde de herkes (Mami) diye anılan ebesini tanır, bilir, bayramda ziyaret eder, gurbet dönüşü hediyesini eksik etmez gelenekler gereği.

Bahsolunan her alanın, işini daha iyi yapanı vardır kuşkusuz. Ama tüm sağlık sektörü göz önüne alındığı zaman, sağlıkçılarımızın en meşhuru, beni de sünnet eden Çilhoroz Hacı Süleyman Tok´tur diyebiliriz. Çilhoroz, Yeşilalan nüfusuna kayıtlı olmakla beraber iki köyün ortak mahallesi Tabuç da yaşadığı için Zeleka´lı olarak bilinir. Zira sosyal hayatı Zeleka´daydı. Camisi cuması bayramı, seyranı, cenazesi oradadır. Holaysalılar da Yeşilalanlı bilirdi Rahmetliyi. Zaten öyle bir iki köye sığacak bir kişiliği de yoktur O´nun.

Karşı beri köylerde Çilhoroz´u tanımayan bilmeyen yok gibidir hâlâ. Sünnetçiliğinin yanında mükemmel bir muhayyile gücüne sahiptir. Başından geçen sünnet vakalarını öyle ilginç bir şekilde anlatırdı ki ağzınız açık kalır, zamanın nasıl geçtiğini anlayamazdınız.

Menderes´in çocuklarını sünnet ettiği, hasta olarak bulunduğu hastanede gece acile gelip ameliyata alınan bir hastanın ameliyatına - personelin olmayışı dolayısı ile - iştirak ettiği hâlâ anlatılır. Bir de fıkra eklenir Rahmetlinin şöhretine:

Anadolu´nun bir kasabasında Cuma namazını kaçırmak üzere aceleyle en yakın camiye yönelen birisi, abdest için lavabolara koşar. Kabinler dolu olduğu için pisuarda ayakta bevl etmeye başlar. Yanında aynı işi görmekte olan bir diğeri, başını döner ve sertçe sorar:

- Çaykaralı mısın?
- He niçun sordun?

Öteki devam eder:

- Holaysa´dan mısın yoksa?
- He, ne oldi? der Holaysalı şaşkın bir şekilde.
- Çilhoroz mu yaptı sünnetini? diye üsteler son gelen.

Bu sefer biraz daha temkinli ve ürkekçe devam eder bizimki:

- He, nerden biluyursun?

Adam haykırır avaz avaz:

- Baksana ayağımı berbat ettin.

Ahmet MUTLUOĞLU

Çamlıca, 12.11.2015

KAYNAKÇA:
01. Refik Çiftçi (Emekli İş Adamı), Mehmet Oğlu, (1948-?)
02. Ali Rıza Durmuş (M. E. Bakanlığı Müfettişi), Cemal Oğlu, (1966-?)
03. Muhammet Tosun (Emekli Öğretmen, ( Ahmet Oğlu, (1943-?)
04. Mevlüt Tok (Emekli), Süleyman Oğlu, (1942-?)
05. Bilal Aydın (Emekli), Muhammet Oğlu, (1947-?)
06. Ahmet Ziyauttin Kara (İş Adamı) Mustafa Hilmi Oğlu, (1963-?)
07. Mehmet Nuri Kaya (Emekli Öğretmen), Süleyman Oğlu, (1948-?)
08. Bilal Hacıömeroğlu (Kumlu Mh. İmamı), Muhammet Oğlu, (1988-?)
09. Ahmet Arslan, (Emekli), Ömer Oğlu, (1956-?)
10. Mustafa Ayhan Teke (Kadastro Memuru), Mehmet Oğlu, (1959-?)
11. Mustafa Tuncer (Emekli Memur), Paşa Ali Rıza Oğlu, (1965-?)
12. Hasan Atalay (Emekli), Ahmet Oğlu, (1941-?)
13. Ahmet Akyüz (İş Adamı), Yusuf Oğlu, (1959-?)
14. Recep Çiftçi (Mühendis Müteahhit), Mehmet Oğlu, (1963-?)
15. Cemil Gülmez (Şinek Ataköyde Emekli) Hüseyin Oğlu, (1952-?)
16. Numan Aydın (Emekli Muhtar), Mehmet Oğlu, (1950-?)