Yılmaz KESKİN


TÜRKÇE’Yİ KONUŞMAK VE TÜRKÇE’Yİ ZORLAMAK

-----------------------


Türkçe konuşmak, duygularımızı ve düşüncelerimizi Türk dilinin sözcükleriyle anlatmak, sözü Türkçe kullanmak, Türkçe söylemektir. Türkçe karşılıkları olduğu halde konuşmalarına ve yazılarına yabancı sözcükleri karıştırıp üstünlük taslamaya,  Türkçeyi zorlamaya çalışmak, diline, dinine, ulusuna ve hatta kendine düşmanlıktır. Konuşma ve yazma eyleminde bulunan Türk insanının en büyük ereği anlaşılmak ve de anlaşılmak olmalıdır. En doğru, en geçerli ve en felsefi anlatım şekli de “ana dilde” yapılandır. Bu gerçeklerden yola çıkarak diyorum ki:

Ereği bir şeyler anlatmak, anlaşılmak olmayan kişi, birilerinin vites kolu ya da bilerek, isteyerek kişiden veya kişilerden bir şeyleri saklar durumda; çoğu zamanda anlaşılmazlığını, ulaşılmazlığını üstünlük olarak kullanan bir durumda olur.    Aynı dönemde yaşayan bazı ozanlarımızın ve sultanlarımızın yazılı ifadelerine “Türkçeyi Konuşmak Ve Türkçeyi Zorlamak”  doğrultusunda gelin birlikte bir göz atalım:

Yunus Emre (1240-1321):                                             ilk sultanı Osman Bey (1299-1326)

Taştın yine deli gönül                                                      Kurt olup girme suriye

Sular gibi çağlar mısın                                                     Arslan ol bakma geruye

Aktın yine kanlı yaşım                                                     Çar idup haydi çeriye

Yollarımı bağlar mısın                                                      Dilgeçidini hisar yap

Yüzyıllar öncesinden seslenen, sadeliği ve ustalığı ile bugünkü kuşakları da etkileyen Yunus ile ilk Osmanlı sultanımız Osman Bey’in, oğlu Orhan Bey’e henüz bozulmaya yüz tutmuş Türkçesi ile yazdığı şiir büyük bir oranda Türkçemizin sadeliğini koruyarak günümüze kadar anlaşılır bir durumda geldiğini söyleyebiliyoruz. Türk insanı bu şiirlerde anlatılmak isteneni aradan 700 yıl geçmiş olmasına rağmen zorlanmadan bugün de anlamanın gururunu yaşıyor.

PİR SULTAN ABDAL(1524-1560!)                               KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN(1520-1566)

Pir Sultan Abdal’ım ben de böyleyim                        Deyr-i hüsnünde gören bakışların kec-ra didi 

Emir Haktan geldi kime n’eyleyim                              Egrilik olsa aceb mi kafiri mihrapda

Derdim çoktur hangi birin söyleyim                            Ey Muhibbi ışk bir gevherdür eksük olmasun

Yürekte yaralar türlü türlüdür                                      Kıymetin bilur anun kimse şeyh ü şabda

Yunus Emre’den ve Osman Gazi’den İki yüz yıl sonra varlık gösteren halkın dili ve halkın yöneticisi konumundaki değerlerimizin yazdıklarına bir göz atalım:   Pir Sultan Abdal’ın halkın dilini kullandığı için bugün de çok iyi anlaşıldığını; Osmanlı sultanlarımızın 10.’su, olan Kanuni Sultan Süleyman’ın Muhibbi takma adıyla yazdığı şiiri okuduğumuzda ise Türkçe sözcüklerden uzak, Arapça ve Farsça sözcüklerle dolu olduğunu; anlatılanı anlamakta sözlüksüz zorlandığımızı, aradan 454 yıl geçmiş olmasına rağmen üzülerek görüyor ve anlıyoruz.

ERZURUMLU EMRAH (1775-1854)                                     II.MAHMUT (1785-1839)

Emrah der ki düştüm dile                                                     Heman birine erişir elim o günceşk-veş

Bülbül figan eder güle                                                           O bum-ı hane-harabım ki kem-nasip olurum

Güzel sevmek bir sarp kale                                                  Nabız-girift-i dil Adli helake teşne iken

Ya alınır ya alınmaz                                                               Yine firişte-i ülfet-i tabib olurum

Bu değerlerimizin yazdıklarını incelediğimizde, 166 yıl önce dünyasını değiştiren Erzurumlu Emrah’ın yazdıklarını bugün de anlıyoruz; 191 yıl önce aramızdan ayrılan Adli takma adlı 30. Sultanımız II. Mahmut’un yazdıklarını anlamak için bir sözlüğün yetmeyeceğini, Türkçenin zorlayarak terk edilmek istendiğini üzülerek görüyor ve anlıyoruz.

Birinci Osmanlı Sultanımız Osman Gazi’den sonra gelen sultanlarımızın yazdıklarını ve söylediklerini; aynı dönemde yaşamış ozanlarımızın yazdıkları ve söyledikleri gibi bir okuyuşta ya da bir duyuşta anlayamıyoruz.  Çünkü bu sultanlarımız anlaşılmamayı, erişilmemeyi, araba ve aceme öykünmeyi, ne yazık ki Türkçeyi ve Türk insanını yüzyıllarca küçük gören sözüm ona bazı arap bilginlerin etkisinde kalmayı, böylece Türkçeyi zorlamayı, anlaşılmaz bir duruma sokmayı, toplum içinden bakmamayı, gerçeği gelen geçerlerde aramayı, mutlu azınlıkların yararına iş ve işlemler yapmayı büyüklük sanmışlardır.  Arap milliyetçisi bilginlere öykünen sultanlar, yüce Tanrı’nın insanoğlunu “farklı dillerde ve farklı renklerde yarattığı”[1] halde Arap harflerini İslam’ın harfleri,  arap ekinini İslam’ın ekini ve arap insanını da insanların en üstünü saymışlardır! Yetmedi, Türkçeden, Arapçadan ve Farsçadan da çok uzak olan ve bir türlü ulus dili olamayan Osmanlıca ile ulaşılmazlıklarını, anlaşılmazlıklarını doruk noktasına çıkarmışlar; yüce betiğimizi, okuyup anlayan değil, sadece okuyan, ezberleyen ve bazı hattatların insafına terk etmişlerdir.

Yüce Yalvacımız Hz. Muhammet, bazı Farslıların namaz kılmalarını sağlamak için Selman Farisi’ye  “Fatiha Suresi” ni Farsçaya çevirtmiştir[2]; Zeyd Bin Sabit’e gönderilecek ve gelecek mektupların yazılması ve okunması için İbranice ve Süryanice öğrenmeyi buyurmuştur. Burada şuna dikkatinizi çekmek istiyorum:  Yüce Yalvacımız Hz. Muhammet, sözü geçen halklarla iletişime geçerken, bunu, onların kendi dilleri ile yapması, bizlere de ana dilin önemini vurgulamış olması çok önemlidir. Yüce betiğimiz ve dinimizin ilk önderleri, halkların ana dillerine gerekli önemi gösterirken; bugün bazı yöneticilerimizin başka ulusların dillerine öykünmesi, başka dillerin kayırıcılığına soyunması, Türkçeleri bilindiği halde, direnimle “istikşafi”,” tezvirak”, “irtihal”, “kampüs” ve “computer” vb. yabancı sözcükleri kullanması, kendi varlığını yadsımadır; ilgili olduğu topluma yapılmış püsküllü bir kötülüktür.

Türkçeyi, yabancı dillerin çevrisinden kurtarmak için, kendini dindar kabul eden ancak dini bilgisi ve ufku dar bir alana bilerek ve isteyerek sıkıştırılan insanımızın birileri tarafından vites kolu gibi kullanılmasının önüne geçilmelidir. Kutsal ve ekinsel değerlerimizi daha iyi anlamamızı ve anlatmamızı, ulus olarak kısa zamanda % 95 oranında okur-yazar olmamızı sağlayan “Harf” ve “Dil” devrimlerimize çocuğumuz ve torunumuz gibi değer verilmelidir. Türkçenin, Türklerin kimliği, evi olduğu, bu dille anlatılamayacak, yazılamayacak hiçbir şeyin olmadığı, bu nedenle korunmasının ve kollanmasın en büyük erdem olduğu bilinmelidir.

Özellikle yazılı ve sözlü alanda anlaşmamızı sağlayan ulu önder Atatürk’ü tam olarak anladığımızda, anlattığımızda; uyutulmuş, uyuşturulmuş ve unutulmuş Türkçe sözcükleri, yeni türetilen ve türetilecek olan Türkçe sözcükleri sözlü ve yazılı alanlarda kullanmayı başardığımızda; Türkçemizi zorlayanlara karşın felsefenin, edebiyatın ve sanatın atmosferinde yerli yapım kanatlarımızla uçmuş, mutluluğumuzu taçlandırmış olacağız.


[1] Rum-22.Belgü (Ayet)

[2] Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk,  Ana Dilde İbadet Meselesi, Yeni Boyut Yay, 2002, S. 107

 

 
Celal HAZNEDAROĞLU
22.07.2020 12:57:40
Elinize sağlık. Dil bir ulusun kimliğidir. Dilini kaybeden uluslar yok olurlar. Tarihte örnekleri çok (Sümerler, Etiler, Peçenekler, vb). Bu ulusların bireyleri bulundukları yörelerde başka bir ulus kimliği altında yaşıyorlar.