İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi Hidrolik Ana Bilim Dalı Başkanı Çaykaralı hemşerimiz Prof. Dr. Necati Ağıralioğlu ?Kırklar Dağı´nda Kırklar Camii´ adlı geçmişte yaşadığı anılarını içeren makalesini siz değerli okurlarımızla paylaşıyoruz.
KIRKLAR DAĞI´INDA KIRKLAR CAMİİUzungöl Doğa Sporları Adrenalin kulübü ile Uzungöl Off-Road Kamp ve Karavan Derneği öncülüğünde düzenlenen 1.Geleneksel Kırklar Dağı Kamp Şenliği 14-15-16 Ağustos 2015 tarihlerinde yapılacağı haberini gazeteden okuyunca zihnimde bu dağla ilgili bazı hatıralar canlandı. Bu hatıraları yörenin kültürü ile yakından ilgili bulduğum için yazılı hale getirmek istedim.
Kırklar; sözlük anlamı ile âlemlerin manen idarecisi durumunda olan kırk ermiş kişi demektir. 1241-1320 yılları arasında yaşamış olan şairimiz Yunus Emre, her şiirinde olduğu gibi, kolay okunup ezberlenir ve anlaşılır şekilde bu terimi aşağıdaki şiirinde şöyle açıklar:
Yine sordum çiçeğe,
Kırklar´ı bilir misin?
Çiçek eydur; ey derviş
Kırklar Allah yâridir.
Türkiye´de, Trabzon ve Diyarbakır gibi bazı illerde, Kırklar Dağı isimli yerler bulunmaktadır. Bunların her birinin birbirinden farklı hikâyeleri ve efsaneleri vardır.
Kırklar Dağı, Trabzon ile Bayburt illeri arasında denizden 3200 metre yüksekte bir yerdir. Bu dağ yerleşim yerlerinden uzaktadır. En yakın yerleşim yeri, nüfusu giderek azalan Şekersu Köyüdür. Kırklar Dağının tepesinde halkın Kırklar Camii dediği bir ziyaret yeri vardır. Kırklar Dağı her ne kadar haritalarda bu adla geçerse de yöre halkı o tepeye Kırklar Camii der.
Kırklar Camiinde Kırklar Meclisinin toplandığı, önemli kararların alındığı rivayet edilir. Kırk ermişin âleme düzen vermek üzere buradan Tay-ı mekân yaptığına inanılır.
Eğridere Köyü´nde İlkokul birinci sınıftan ikinci sınıfa geçtiğim yaz, yaylacılık için Haldizen- Büyükyayla´dayız. 20 Ağustos 1953 Perşembe günü Kurban Bayramının birinci gününe denk geldi. Bayramdan birkaç gün önce evimizde, bayramın ikinci günü Kırklar Camiine ziyarete gidileceğinden bahsediliyordu. Cuma günleri ve özellikle mevsim uygunsa bayramın ikinci günü bu mekân etraftaki köylerden ve yaylalardan gelen ziyaretçilerle dolup taşarmış.
Ziyarete gidecek 6-7 kişilik akraba kafilesine benim de katılmama karar verilmiş. Cuma günü sabah hazırlıklarımızı yapıp azığımızı yanımıza alarak yayladan düzayak güneye doğru yola koyulduk. Kafilede genç kadınlar ve çocuklar var. Hava açık, mevsim seyahat için çok uygun. Dağlardaki kalıcı karların alanı ve kalınlıkları epeyce azalmış. Demirkapı Deresini taştan taşa atlayarak geçtik ve Mezitbaşı´ndaki patikadan yürümeye devam ettik. Kafiledeki büyüklerimiz yolda gördüğümüz yerleri biz çocuklara anlatıyorlar. Sarıçiçek, Taşköprü ve Balık Gölü derelerini de taş köprüler üzerinden taştan taşa atlayarak geçerek Balık Gölü kenarına vardık. Geldiğimiz yol kısmında yokuş ve inişler olmadığı için rahatlıkla yol aldık.
Göl kenarında biraz dinlendikten sonra artık patikası da olmayan gölün batısındaki çiçekli çayırlar içinden yukarıya tırmanarak gölün su ayırım çizgisini oluşturan tepeye vardık. Oradan biraz da yürüyünce Multat Yaylasının yukarısındaki Karagöl göründü. Biraz mola verdik. Kayalıklar arasında koyu renkli ve ürkütücü manzaralı bu gölün güney kenarı hala karla kaplı. Gölün güneyindeki kar yığınlarının yukarısındaki kayalıklardan geçerek hiç kar yığınlarına basmadan kayalıklar içinden yolsuz- izsiz dağın zirvesine tırmanmaya çalışıyoruz. Zirveye çıkınca menzile varacağımızı zannediyorum. Fakat varınca daha uzun yolumuz olduğunu öğrendim.
Zirveye çıkınca biraz nefeslenelim dedik. Epeyce yorulmuşuz. İlk defa Trabzon ile Bayburt´u ayıran dağ silsilesine çıkıyorum. Büyükler etrafı göstererek Bayburt tarafının bitki örtüsünün ve ikliminin sahil tarafından farklı olduğunu söylüyorlar. Gerçekten etraftaki otlar kurumuş, tepelerden geniş ufuklu ovaya bakınca her tarafın sarardığı görülüyor. Trabzon tarafının yeşilliği orada yok. Sadece uzakta akarsu yataklarında bazı ağaçların meydana getirdiği küçük yeşil adacıklar gözüküyor. Bununla birlikte, Bayburt Ovası genişliği ile gözlerimin alışık olmadığı ayrı bir güzellik içinde.
Zirveye çıktıktan sonra dağ silsilesinin Bayburt tarafı yürümeye müsait olduğu için, o taraftaki bir patikadan daha rahat ilerliyoruz. Kırklar Camiine yaklaşırken oraya doğru akın akın giden veya geri dönmekte olan bazı kafilelerle karşılaşıyoruz. Yeri bilenler artık hedefe yaklaştığımızı söylüyorlar. Heyecanlanıyorum. Evet, insanların topluca bulunduğu yere, yani dağın tepesine geldik. O da ne! Tepeye sadece bir taraftan yaklaşmak mümkün; diğer üç tarafı uçurum.
Bende yine bir şaşkınlık. Cami nerede? Geldiğimiz yer, etrafı 50-60 santimetre yüksekliğinde taş duvarlarla çevrilmiş, kapısı, penceresi, tavanı, minaresi olmayan bir yer. Gözüm etrafta alışılmış bir cami şekli arıyor. Bu nasıl cami? Şaşırıyorum. Yıllar sonra, Müslümanlığın ilk dönemlerinde mescitlerin böyle üstü açık olduğunu ve duvarla çevrildiğini, hatta daha sonraki asırlarda orduların üstü açık namazgâhlarda Cuma namazını kıldıktan sonra sefere çıktıklarını öğrendim.
Duvarın içinde, dışında ve oraya varış yolunda büyük bir kalabalık. İçeride oturmaya zor yer bulduk. Kafile büyüklerimiz dualarını okuyup dileklerini dile getirirken ben etrafı seyrediyorum
Ziyaret yerinde bir program, bir düzen yok. Herkes kendi başına buyruk. Bir kümede bir hafız sesli Kur´an okuyor. Bir başkası vakitsiz ezan okumaya başlıyor. Bazı gruplar sesli ilahi okuyor. Başka bir grupta birisi kafilesine bilgi veriyor. Bazı insanlar kendi halinde dua ediyor. Az sonra sara nöbeti tutmuş bir kadının başına yakınları ve diğer insanlar toplanmış bekliyor. Bazı kimseler heyecandan bayılıyor. Biraz uzağımızdan Allah diye bir nida yükseliyor. Karşılıklı konuşmalar, çocuk bağrışmaları, ezan ve dua sesleri birbirine karışıyor.
Orada dikkatimi çeken bir husus, kahverengi ve gri renkli, üzerlerinde benekleri olan ihramları kadınlar üzerinde ilk defa görüyor olmam. İhramlar Bayburt tarafı yerleşimlerinde kadın dış kıyafetleri. O zamana kadar ilçemizde, yaylamızda Of´un Eskipazar´ından başlayarak yaklaşık 50 köyün farklı kadın kıyafetlerini gördüm ve tanıyabiliyorum. Her köyün kadın kıyafetlerini kumaşlarından, renklerinden, desenlerinden kabaca ayırt edebiliyorum. Sahile bakan köylerden gelenler genellikle üstte entari, yelek, bazen hırka; başta çember ve üstüne atkı giyiyorlar. Altta dizden büzgülü bir nevi şalvar, üstüne gençlerde önlük bağlanır, yaşlılarda kuşak sarılıyor. Ayaklarda nakışlı el örgüsü yün çoraplar ve kara lastikler bulunurdu. Her köyün giyiminde renk, desen, kumaş ve alışılmış kuşam tarzları birbirinden farklı. Ama genelde birbirine benzer. Fakat burada gördüğüm ihramlı kıyafetler çok farklı geldi bana.
Sadece giyimler değil, grupların konuşmalarında şiveler de farklı. Kelimeleri boğazın daha derinliklerinden gelen bir sesle söylediklerinden Bayburt tarafının bazı kelimelerini anlamakta zorlanıyorum. Doğu Karadeniz Bölgesinde de aksanlı bir şive konuşuluyor, fakat buna kulağım alışık olduğu için farkında değilim. Öyle ki sahil kesimindeki köylerin, hatta kabilelerin bile, kelime vurgu ve telaffuzları birbirinden biraz farklı. Ülkede ve bölgede okullaşma oranı henüz çok düşük olduğundan; radyo ve gazetelerin henüz mahallelere ve evlere girmediği, televizyonların henüz olmadığı bu dönemlerde konuşmalarda İstanbul şivesini beklemek elbette makul değil. Aslında dağ silsilesinin birbirinden ayırdığı bu iki şivenin de, İstanbul şivesinden daha fazla Eski Türkçe´ye yakın olduğunu yıllar sonra öğrendim.
İnsanları seyrederken bir yandan da tabiata göz atıyorum. Tepenin üstünden bütün Solaklı Vadisine doğru bakınca sanki dünyayı gökyüzünden seyrediyormuş gibi geldi bana. Etraftaki bütün yüksek dağları da görebiliyorum. Biraz daha yakından bakayım diye duvara yaklaştım. Fakat 200-300 metrelik uçurumdan aşağı bakınca, buradan düşecek bir insanın halini düşündüm ve ürperdim. Hava açık ve çok güzel. Tepeden bakınca görünen manzara nefis.
Hülasa giyimleri, kuşamları, konuşma ve davranışları farklı yüzlerce insanın bir araya gelmesine vesile olan bu ziyaretgâh, bir kültür panayırına dönmüş. Bütün bunlar yerin manzarası ile birleşince bu ziyaretler, insanların ufkunu genişleten, moralini yükselten ve ruhunu rahatlatan bir gezi vazifesi de görüyor.
Birkaç saat Kırklar Camiinde kaldıktan sonra, oradan ayrılıyor ve aynı yollardan geri dönerek ikindiye doğru evlerimize ulaşıyoruz.
Yörede benzer şekilde üç kadim cami, ziyaretgâh olarak halkın rağbet ettiği makamlardır. Bunlar Maraş´tan gelip bölgenin Müslümanlaşmasını sağlayan Saçaklızade üç kardeşin türbelerinin yanlarında bulunan camilerdir. Bunlardan bir tanesi Of´un doğusundaki Eskipazar´da bulunan Hasan Efendinin türbesi, diğeri Çaykara İlçesindeki Maraşlı Köyü Camii yanındaki Osman Efendinin türbesi, üçüncüsü Çaykara-Çayıroba Köyü Camiinin içindeki İlyas Efendi türbesidir. Bu türbeler insanlar tarafından ziyaret edilir ve genellikle bir dertleri için ziyarete gelenler son iki camide bir gece kalırlardı.
Yöreye henüz araba yolu, elektrik ve doktorun gelmediği bu dönemlerde, halk kendi dertlerine ve bazı hastalıklarına çareler bulmak üzere buna benzer ziyaretgâhları, doğal ilaçları ve şifalı suları değerlendirir ve alternatif çözümler olarak kullanırdı. Şifalı sular deyince Haldizen- Büyükyayla´da iki tane şifalı su aklıma geldi.
Bunlardan bir tanesi Büyükyayla´nın kuzeyinde düzayak on dakika yürüme mesafesinde olan Hekim (maden) Suyudur. Bu suyun çıktığı pınarın hemen aşağısında kırmızı renkli bir akarsu yatağı oluşmuştur. Bu pınarın yukarısındaki dağda uzaktan bakınca da görülebilen kırmızı toprak ve kayalar yer alır. Bu topraktan marangozluk ve hızarcılıkta kullanılan koyu kırmızı renkli çırpı boyası yapılır. Topraktaki bu kırmızı renk, maden suyu pınarının su besleme havzasında bakır ve demir madenleri bulunduğunu akla getirmektedir.
Beş-altı yaşıma kadar sırtımda devamlı sivilceler varmış. Babaannem beni bir hafta boyunca bu Hekim Suyuna götürüp maden suyundan hem bol bol içirmiş, hem de sivilcelerimi bu su ile yıkamış. Babaannemin anlattığına göre bu tedaviden sonra sırtımdaki sivilceler kaybolmuş ve bir daha ortaya çıkmamış.
İkinci su ziyaret yeri yaylamızdan 2 saat yürüme mesafesinde olan Sultan Selim Suyu´dur. Bu su, Haldizen Yaylasından Multat Yaylasına giderken Çatma Düzü´nü geçtikten sonra yolun 60-70 metre aşağısındadır. Bu su da halk tarafından şifalı su olarak kabul edilir ve ziyaret edilir. Bu pınar adını, buradan geçtiği ve bu sudan içtiği rivayet edilen Yavuz Sultan Selim´den almıştır.
PROF.DR.NECATİ AĞIRALİOĞLU KİMDİR?
1947 yılında Çaykara ?Eğridere´de doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi´nden mezun oldu. 1970 yılında aynı üniversitede asistan olarak çalışmaya başladı. 1988 yılında Doçent, 1995 yılında profesör oldu. Türkiye ve yurtdışında çeşitli üniversitelerde lisans ve yüksek lisans düzeyinde dersler verdi. Bir kısmı uluslararası kongrelerde sunulmuş 30´dan fazla bildiri, 1´i tercüme olan 7 kitap ve bazı teknik raporlar olmak üzere toplam 120´den fazla yayını bulunuyor. 2003´ten bu yana İTÜ İnşaat Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümü Hidrolik Ana Bilim Dalı Başkanı olarak görev yapıyor. Evli ve iki çocuk babası.
www.caykaragundem.com