İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi Hidrolik Ana Bilim Dalı Başkanı Çaykaralı hemşehrimiz Prof. Dr. Necati Ağıralioğlu´nun kaleme aldığı geçmişte yaşanmış ´Bayram Yemeği´ adlı makalesini paylaşıyoruz
İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi Hidrolik Ana Bilim Dalı Başkanı Çaykaralı hemşehrimiz Prof. Dr. Necati Ağıralioğlu ? geçmişte yüzyıllar boyu süre gelen Çaykara´da yaşanmış ve günümüzde yok olmaya yüz tutmuş "BAYRAM YEMEĞİ" başlıklı yazıda sosyal ve ekonomik kesitler verilmeye çalışılan bir geleneği siz değerli okurlar için yazdı.
Bayram Yemeği başlıklı bu yazıda, 20. Yüzyıl Çaykara´sından sosyal ve ekonomik kesitler verilmeye çalışılmıştır. HATIRLADIĞIM İLK BAYRAM
Hatırlayabildiğim ilk bayram, Mayıs ayının sonlarına rastlamıştı. Yaklaşık bir aydır mezralardayız ve kısa bir zaman sonra yaylalara çıkacağız. O Ramazan Bayramının ilk günü, 2 Haziran 1954 Çarşamba gününe veya 23 Mayıs 1955 Pazartesi gününe denk gelen bayram olmalı.
Hayvanlarımızla 1400 metre rakımlı Kukula Suyundaki mezradayız. İlkbaharın sonuna yaklaşıyoruz. Artık 2000 metre yüksekliğe kadar bütün ağaçlar, çalılar vadi tabanlarından yukarıya doğru kademeli olarak yaprak ve çiçek açtı. Genellikle düzlüklerde sığırlar, bayırlarda koyun ve keçiler otlatılıyor. Bütün çimenler, çayırlar, ormanlar yemyeşil. Mor renkli komar (orman gülü) çiçekleri yeşillikler içinde dikkat çekiyor. Büyük sarı renkli zifin çiçeklerinin görüntüsü bakmaya, her tarafa yayılan yoğun kokusu koklamaya değer. Kuşlar ağaç dallarında ve çatı saçaklarında yuvalar yapmış cıvıldaşıyorlar. Kulula Suyu mezrası Şekil 1 de gösterilmiştir. Şekil 1 Kulula Suyu mezrası
Bayramın ilk günü insanlar günlük zaruri işler dışında iş yapmazlar. Yörede kadınlar teravih namazı için cami ve mescitlere gittiği halde bayram namazlarına hiç katılmaz. Ramazan Bayramının ilk günü, yayladan, mezralardan ve köyün her tarafından erkekler o zaman yörede sabah saat 8-9 arasında kılınan bayram namazına yetişmek için hızlı adımlarla yollarda yürüyor. Gurbette olmayan evlerdeki büyüklerimiz, sabah namazında camide olmak için, köyde olmalı.
Akranlarım iki akrabamla birlikte sabah kahvaltıdan sonra, genellikle bir pantolondan ibaret olan bayramlık elbiselerimiz üzerimizde, evlerin ortak avlusundaki çimenlikte toplandık. Evlerimize haber verip vermediğimizi hatırlamıyorum, ama bayram namazına gitmeye karar verdik. Bayram namazına gitmekte olan insanlara özenerek 4 kilometre uzakta ve 800 metre rakımlı tepedeki Eğridere Merkez camiine gitmek üzere yola koyulduk. Yol dediğim düzlüklerde çimen, eğimli yerlerde toprak olan patika. Çamur olabilecek yerlere taş konmuş, çok eğimli yerlere ise basamaklar oluşacak şekilde büyük düz taşlar yerleştirilmiş. Biz de yola girdik. Bize yetişen büyüklere yol veriyor, onları öne geçiriyor ve onlara bir süre takılıyoruz. Bir süre sonra önümüzdeki o grup ilerleyince arkamızdan gelen bir başka grubun peşine takılıyoruz. Bir grubun yoldaki konuşmalarından, bayram namazından önce camide yine Sadoğlu İsmail Efendi mi, yoksa Çatal Mustafa Efendi mi vaaz verecek gibi sohbetler kulağıma çarpıyor. Yoldaki karşılaşmalarda yukarıdan gelenler, aşağıdan gelenlere, küçükler büyüklere yolun aşağı tarafına çekilerek yol ve selam veriyor. Yol boyunca göçmen Guguk kuşlarının sürekli ötüşlerini duyuyor, onları dinliyor, dallara bakıyor, fakat onları bir türlü göremiyoruz. Yol boyunca zaman zaman oyun oynamaya dalıyoruz.
Varacağımız camiye yaklaşık bir kilometre mesafede, camide namazını kılıp aceleyle geri dönmekte olan bazı insanlarla karşılaşınca geç kaldığımızı anlayarak geri dönüyoruz. Yine insanlar yolda bizi geçip gidiyor. Yokuş aşağı inerken işimizin daha kolay olduğunu yokuş çıkarken daha iyi anlıyoruz. Yavaş ilerleyebiliyoruz. Yanımızdaki gruplardan birinde, insanlar Sadoğlu İsmail Efendinin vermiş olduğu vaaz konusunda sohbet ediyor. Çoğunlukla olduğu gibi, o bayram da dargın Müslümanların bayramda barışması gerektiği vurgulanmış. Arada bir, bir-iki kişiden oluşan hanım gruplar mezralara veya köye doğru yanımızdan geçip gidiyorlar. O gün biz ancak öğleden çok sonra mezralardaki evlerimize acıkmış olarak varabildik.
BAYRAM YEMEĞİ
Ramazan Bayramı her yıl on gün erken olduğu için ilk orucumu 1959 Mart ayında ortaokul 2. Sınıfta iken tuttum. O yıl Ramazan Bayramının ilk günü 9 Nisan Perşembe gününe denk geldi. Artık mezralara henüz çıkılmamış ve ben bayram tatilini köyde geçiriyorum. O bayram ve ondan sonra 1963 yılının Ağustos sonunda İstanbul´a okumaya gittiğim zamana kadar Ramazan Bayramları tatillerinde köyde bulundum. Köyde bütün köylülere mahallemizde Mustafa Ağıralioğlu´nun evinde bayram yemeği verildiğini gördüm ve yaşadım.
Bayram namazı bitiminde cami içinde veya avlusunda herkes birbirleriyle bayramlaşıyor. Akranlar birbirleriyle musafaha ederken, küçükler büyüklerin elini öpüyor. Tebrikleşmeye küçüğün başlaması gerekiyor. Biz büyükleri taklit etmek istiyor, kulaktan duyduğumuz ?Bayram-ı Şerifiniz Mübarek Olsun? sözünü telaffuz edemediğimiz için biraz benzeterek biraz kısaltarak acayip bir şekilde söylüyoruz. Büyükler de ? Senin de; çok hayır göresin? diye karşılık veriyor. Cami çıkışındaki bir bayramlaşma görüntüsü Şekil 2 de gösterilmiştir. Köyde herkes birbirini tanıyor. Zaten hemen herkes birbirinin akrabası.Şekil 2 Bayramda cami çıkışında insanların bayramlaşması
Camiden çıkışta insanlar dört yoldan dağılacaklar. Üç yolun girişine birer genç görevlendiriliyor. Bu gençler, gelenleri ısrarla bayram yemeğine davet ediyor ve yönlendiriyor. Cami cemaatinin çoğu bu davete icabet ediyor. Bazı insanlar başlangıçtaki izdihama karışmamak için cami civarındaki aile kabirlerini ziyaretten sonra davete katılıyor. Bu evde her Ramazan Bayramında üç gün boyunca erkek, kadın, çoluk çocuk eve gelen herkese yemek veriliyor. Böyle üç gün gelenlere yemek vermek ancak hacı evlerinde hacdan yeni gelen hacıları tebrik için gelenlere verilirdi.
İkram sahibinin camiye 100 metre mesafedeki evinde yemekler hazırlanıp pişiriliyor. Bu taş evin hemen kuzeyinde iki katlı ahşap bir misafir binası vardı. Binaya, dışardan girilen bir de tuvalet eklenmişti. Binanın alt katı ahır olarak kullanılırdı. Üst katı ise geniş bir oda ve bir holden ibaretti. Oda halılar ve minderlerle döşenmişti. Yıl boyunca gelen misafirlerin ağırlanması veya gece kalabilmesi için geniş yüklüklerinde misafir yatakları bulundurulurdu.
Ramazan bayramında bu misafir odası erkeklerin yemek yemesi için hazırlanırdı. Önce yaşlı ve hürmete layık insanlar odaya alınır. Onların elleri bir genç tarafından getirilen bakır bir leğende yıkanırken, bu genç ibrikle büyüğün ellerine su dökerdi. Hemen bir peşkir veya havlu tutularak ellerinin kurutulması sağlanırdı. Sofralar 7-8 kişilik hazırlanır ona göre kaşık ve kaplar sofraya konur. Yemeğini bitirenler odadan çıkarken yeni bir sofra ve yeni bir grup odaya alınır, sofraya buyur edilir. Önceki sini ve boş sahanlar gençler tarafından taş evin mutfağına taşınırdı. En sonunda, hizmet eden akraba gençlerine sofralar kurulurdu. Böylece misafirlere yetecek sayıda sofra misafir odasına ulaştırılırdı. Kadınlara taş binada sofra kurulurdu. İlk gün kadınların 20-30 metre sıralar oluşturduğu görülürdü. Taş evdeki 30-35 sofralık yemek ikramı üç gün sürerdi.
YEMEKLERİN SERVİS EDİLMESİ
Taş evin mutfağında yemekler büyük bir siniye yerleştirilir ve gençler tarafından misafirhaneye taşınırdı. İnsan yoğunluğunun ilk saatinde yan yana duran gençler vasıtasıyla yemekler elden ele aktarılırdı. Ayrıca boş sini ve sahanlar misafir haneden eve taşınırdı. Sulu yemekler bakır taslarda, katı yemekler kapaklı bakır sahanlarda servis edilirdi. Sini, sahan gibi kap kacağın bir kısmı komşulardan ödünç temin edilirdi. O zamanlar güğümler dahil hemen hemen bütün mutfak eşyaları bakırdandı. Yöredeki mutfaklara henüz plastik ve alüminyum eşyalar girmemişti. Kapların kalaylı olmasına dikkat edilirdi. Sadece turşu ve sirke küpleri, bal testileri seramikten; yağ küleği, peynir kurunu ve yayıklar ahşaptandı. Odada halının üzerine bir sofra bezi serilir. Onun üzerine 25-30 santimetre yüksekliğinde sofra ayağı konur onun üstüne sofra yerleştirilir. Sofranın etrafına konan minderler üzerine 7-8 kişi dizilir ve genellikle tek kaptan yemek yenirdi. Sahandan yemek yerden herkes kaşıkla sahanın kendi tarafından yemek alamaya özen gösterirdi.
YEMEKLERİN HAZIRLANMASI
Yemeklerin malzeme tedariki bir yıl boyunca düşünülür ve bayrama 8-10 gün kala harekete geçilirdi. Erzak olarak çarşıdan pek fazla bir şey alınmazdı. Sadece buğday unu, şeker ve bazen pirince ihtiyaç duyulurdu. Tereyağı dâhil diğer gıdaların hemen hemen hepsi evde üretilen ürünlerden sağlanırdı. Zaten mutfaklarda tereyağından başka yağ pek bilinmezdi. Onu temin edemeyenler veya çeşni meraklıları bazı yemeklere iç yağı veya kuyruk yağı katarlardı.
İşçilikleri uzun sürecek yufkalar için bir hafta önceden mahallenin genç ve becerikli hanımlarından bir imece teşkil edilirdi. Evde hamur hazırlanır, ahşap sofralar üzerinde oklava ile yufkalar açılır ve ateş üzerine konan saclarda yufkalar hafif pişirilir. Bu pişmiş yufkalar büyük bir kapa konur ve üstü örtülüp bekletilirdi.
Yemek pişirme işi için mahallin en tecrübeli aşçısı üç günlüğüne eve çağrılır. İlk hatırladığım aşçı Maraşlı Köyünden Hanife halaydı(Kadıoğlu). Dayısının evi olan eve hevesle ve gönüllü olarak gelir ve yemekleri hazırlardı. Bu vesile ile biraz da hasret giderirdi. Yalnız gençliğinde yanmış ve bir bacağını kaybetmiş olduğundan yürüyerek gelemez, güçlü bir hanım onu 2-3 kilometre uzaktaki evinden sırtında taşıyarak getirir ve sonra evine geri götürürdü. Daha sonra Tenzile Yıldız bu görevi üstlenmiş, en son evin gelini Fatma Ağıralioğlu ( Supa kızı, Sipahi kızı) ustalarından el aldığı bu görevi deruhte etmiştir. Usta aşçıya birkaç genç hanım yardım ederdi.
YEMEKLER
Hazırlanan yemekler klasik türdendi. Genellikle yemek listesi aşağıdaki gibi olurdu.
- Arpa çorbası veya kuru fasulye
- Pilav veya ev yapımı makarna
- Hoşaf
- Tatlı
- Ekmek ve su.
Arpa çorbası barbunyalı yapılır; yörede meşhurdur ve çok lezzetlidir. Bu ana yemek sayılır. Arpa çorbası veya kuru fasulye 40-50 santimetre yüksekliğinde, 70-80 santimetre çapında büyük bakır kazanlarda sac ayak üstünde ateşte pişirilir. Diğer yemekler büyük bakır tencerelerde hazırlanırdı.
Pilav genellikle bulgurdan yapılır. Zamanla pirinç pilavı da yapılmaya başlanmıştı.
Ev yapımı makarnada ise, önceden hazırlanan ve hafif haşlanmış ev yapımı yufkalar rulo haline getirilip bıçakla çok ince dilimlenir. Kapaklı ve işlemeli bakır sahanlara konan bu makarnaya eritilmiş tereyağı ve peynir dökülür.
Hoşaf genellikle çarşıdan alınan kuru üzümle hazırlanırdı.
Tatlı genellikle baklavadır. Önceden hazırlanan yufkalar baklava tepsisine tek tek serilir. Her yufkadan sonra araya kavrulmuş helva konur. Böylece en az 4-5 katlı (yufkalı) baklava hazırlanır. Sonra bıçakla üzeri dilimleme için çizilir ve şerbeti hazırlanıp üzerine döküldükten sonra tepsi içindeki baklava ateşte pişirilirdi.
Bazen baklava yerine yufkalardan kadayıfa benzer bir tatlı hazırlanırdı. Çok ince dilimlenmiş yufkalar sahanlara konur, üstüne bol şerbet dökülürdü.
Ekmek olarak genellikle mısır unundan yapılmış ev ekmeği, dilimlenmiş olarak sofralara konurdu. Bazı yıllar çarşıdan buğday ekmeği de satın alınırdı. Zaten sofralarda ekmek pek fazla gitmezdi.
Bütün içme ve kullanma suları Şekil 3´te gösterilen ve eve 100 metre mesafedeki tarihi çeşmeden büyük bakır güğümlerle genç hanımlar tarafından taşınırdı.Şekil 3 Bütün mahallelinin musluğundan evine su taşıdığı ve hayvanlarını kovanında sulağı tarihi çeşme (hayvan sulama kovanı yol genişletme çalışmaları sırasında yıkılmıştır)
O DÖNEMLERDE YAŞANAN FELAKETLER
En az 1925´lerden itibaren bu bayram yemeklerinin sürdürüldüğü bilinmektedir. Yörede, bu dönemlerde yaşanan felaketler hakkında bazı bilgilerin sunulması dönemin şartlarını anlamak açısından faydalı olacaktır.
-1909 yılının sonlarında (1324) Işıklı Mahallesinde çıkan yangında evlerin hepsi, 25-30 ev, tamamıyla yanmıştı.
-1914´´te genel seferberlik ilan edilmiş, 20-45 yaş arası, istisnasız bütün eli silah tutan erekler, askere çağrılmış. Askere gidenlerin hemen hemen hepsi şehit düşmüş, pek azı gazi olarak geri dönebilmiştir. Evlerde sadece yaşlılar, kadınlar ve çocuklar kalmıştı.
- 1916-1918 yıllarında Rus işgali yaşanmış. Halkın bir kısmı çarpışmalarda yok olmuş, bir kısmı da muhacirlikte yollarda ve gittikleri yerlerde bulaşıcı hastalıklardan vefat etmişti. İşgal sırasında Ruslar tarafından bir kısım evler yakılmış ve bir kısmı soyulmuştu.
- Gerek Rus işgali döneminde, gerekse daha sonraki yıllarda devlet otoritesi kalmadığından halk, işgalcilerin ve eşkıyanın zülüm ve soygunlarından evini ve malını koruyamamıştı.
- Temmuz 1929´da Of Sel Felaketi yaşanmıştı. Bütün Solaklı Vadisinde, Çaykara ve Hadi Pazarı çarşıları dâhil, yüzlerce bina ve ev yıkılmış, yüzlerce ölüm yaşanmış, araziler toprak kayması ile yok olmuştu. Bu arada Eğridere´de Işıklı Mahallesinin alt arazileri toprak kaymaları sonucu akıp gitmiştir. Zarar gören hanelerin bir kısmı devlet tarafından Maçka´ya yerleştirilmişti. Nisan 1923 doğumlu babam Mehmet Ağıralioğlu o felaket için bana hatırladıklarını şöyle anlatmıştı.?2-3 gün yağmur devam etti. Evimizin aşağısı akmaya başladı. Komşumuz Muhammed Osmanoğlu evimize geldi. Bize, tehlike var niçin duruyorsunuz, dedi. İkindiden sonra camiye sığındık. Camide ıslananlar için soba yakıldı. Bir kısım halk kabanlara gitti. Ayvalı Mahallesinin aşağısı tamamen akıp gitti. Esat Amcanın evinin yanında derin bir yar vardı, orası da akıp gitti. Cavluka´nın altındaki üstü örtülü köprüye sığınan Ahmet Kamberoğlu´nun üvey annesi, köprü ile birlikte sele kapıldı ve öldü. Huşo Köyü aşağıya indi ve vadi çamur ile doldu. Ertesi gün Çaykara´ya gittik. Çaykara´yı tamamen sel aldı. Eğridere´den gelen su ile çalışan cami önünde bir değirmen vardı. O değirmen dâhil bütün çarşıyı sel götürdü. Daha sonra çarşı üst tarafa taşındı ve 1940´lara kadar çarşının alt tarafı pek açılmadı.?
- Arkasından devlet, tarım üretimine ve hayvancılığa ağır vergiler koymuştu.
- 1939 sonrasında, İkinci Dünya Harbi dolayısıyla bölgedeki halk 1945´lere kadar büyük kıtlık ve yoksulluk yaşamıştı.
Bütün bu felaketler yanında bir olumlu durum olarak 1948 yılında köyde ilkokul açılmıştı.
KÖYDE EKONOMİK DURUM
Yörede olduğu kadar Eğridere´de de halkın ekonomik durumu son derecede zayıftı.
Tarım arazileri kıt ve sarp olduğundan tarım ürünlerini satarak bir gelir temini yok denecek kadar azdı. Sadece biraz fındık bahçeleri olanlar yılda 100-200 kilo fındık satabilirdi. Rakım yüksek olduğundan genellikle fındık çiçekleri ilkbaharın soğuk havalarında donduğu için çoğu yıllar fındık ürünü de verim vermezdi.
1920´li yıllarda yörede tütün ekiciliği yapıldığı halde, 1925´lerden sonra bölgenin tütün yaprakları bol yağışlardan dolayı çok büyük ve kalitesiz olduğundan bölgede tütün üreticiliği yasaklanmıştı.
1950 yılına kadar köyde hiçbir hanenin sabit geliri bulunmuyordu. Medrese eğitimi almış birkaç kişi bölge dışına çıkıp imamlık yapıyordu.
Bir-iki hane de Çaykara´da dükkân açarak bakkallık veya kumaşçılık gibi işler yapmaktaydı. Fakat Çaykara´nın ticaret imkânı çok zayıftı. Birkaç aile de Trabzon´da ticarete başlamıştı.
Eğridere´de evlerin çoğunda erkekler birkaç aylık gurbete çıkmakta, kalaycılık veya hızarcılık gibi işlerden biraz gelir sağlayıp geri dönmekteydi. Biraz bol para kazananlar yıllık geçime ayırdığı paranın dışındaki paralarla, açlık ve kıtlık tehlikesine karşı, köyden tarla, koru, çayır gibi araziler satın almaktaydı.
1960 yılından sonra bölgeden Avrupa´ya işçi akını başladı. Daha sonra okulları bitiren gençlerden bazıları öğretmenlik gibi bazı memuriyetlere girdi.
1950´lerde yöreden başka bölgelere göçler başladı, göçler 1965´ten sonra arttı ve 1980´den sonra iyice hızlandı. Göçler başlangıçta daha çok Bayburt, Çarşamba, Bafra, Haymana ve Adapazarı gibi ovalara doğruydu. Sonraları göçler büyük şehirlere yöneldi.
Esas olarak halk geçimini hayvancılığa dayandırmakta, tarlasında yetiştirdiği mısır, fasulye, patates gibi ürünleri tüketerek gıda ihtiyacını karşılamaktaydı. Bazen ev ihtiyacı için az da olsa buğday ve arpa yetiştirmekteydi. Lahana, pancar, kabak, salatalık gibi ihtiyaçlarını bahçesinden sağlardı. Evlerin ana gıdaları süt ürünleri, mısır ve fasulyeydi. Mısırın az bir kısmı yemek yapmak için saklanırdı. Evlerde yetiştirilen mısırın önemli bir kısmı evlerde toplanır, kurtulur, ihtiyaç oldukça değirmenlerde öğütülür ve ekmek yapılırdı. Sadece mısırın kıtlığında ve kıtlık yıllarında, eğer varsa, Devlet Malzeme Ofisinden buğday alınıp ekmek yapılırdı. Yetiştirilen fasulyelerin bir kısmı taze veya kuru tüketilirken, büyük bir kısmı tazeyken turşu kurmak üzere değerlendirilirdi. Kış boyunca bu turşulardan kavrularak sıcak yemek hazırlanırdı. Evlerde ana yemek, manca denen ve fasulye, lahana, buğday, arpa gibi çeşitli ürünlerle farklı türde hazırlanıp pişirilen sıcak yemeklerden biriydi.
Bölgede armut, elma, üzüm, ceviz, kiraz, dut, kestane, erik, ayva gibi çeşitli meyveler bol yetişirdi. Sadece armudun kazan armudu, kırmızı armut, uzun saplı armut, ocak armudu, Temmuz armudu, acı armut gibi onlarca çeşidi yetiştirilirdi. Her evin meyvesi bol olduğu için çarşıdan meyve olarak en bol mevsiminde sadece karpuz alınırdı.
Halk çarşıdan gaz, tuz ve bez satın almakta ve bel, kazma, balta, tahra, orak, tırpan gibi demir tarım aletlerini temin etmekteydi. Bir de bakır kap kacaklar. Belki ayda bir bir-iki kilo şeker de alan evler vardı.
Her ev ortalama 3- 10 inek beslemekte ve süt ürünleri ile beslenmekteydi. Birkaç aile keçi ve koyun sürüleri beslemekteydi. Hayvan besleyebilmek için kışın 5- 6 ay hayvanların ahırlarda besleneceği hazır otlara ve mısır saplarına ihtiyaç vardı. Bu ise ancak geniş arazileri olanlar için mümkündü. Bir iki ailede 100 baş kadar koyun veya keçi sürüsü olduğu görülürdü. Bu aileler gurbete çıkmayıp bütün aile fertleri ile bu hayvanları beslemeye çalışmaktaydı. Koyun sürüleri olanlar bunlardan sağladıkları bir kısım yağ, peynir ve yünleri satarak geçimlerini sürdürmeye çalışırlardı. Bazen de her yıl doğan kuzulardan erkek olanlar ikinci yıl satılarak bir yan gelir sağlanırdı. Hayvanlardan biri sakatlanır veya kurban kesmek gibi her hangi bir sebeple kesilirse, koyun derisi pösteki, inek ve dana derisi çarık olarak hazırlanır ve evde kullanılırdı.
Her evde dokuma tezgâhları bulunur. Bu tezgâhlarda yetiştirilen kenevirden ip, iç çamaşırı ve torba gibi bazı ev eşyaları yapılırdı. Yünlerden ise çorap, eldiven, kazak, başlık, heybe ve erkek elbisesi için kumaş dokunurdu. Bazen de keçe yaptırılırdı. Kışın dokuma yapılan bu tezgâhlarda genellikle evin büyükleri hanımlar çalışırdı.
Kısaca, her ailenin köyde bir evi, birkaç parça tarlası ve odun, kereste temin ettiği bir korusu, mezralarda en az bir kom evi ve birkaç parça çayırı, yaylada bir yayla evi vardı. Bütün ev halkı çalışarak kendisini ve en az 4-5 ineğini beslemeye çalışırdı. Bazı aileler koyun ve keçi de beslerdi. Haneler arasında gerek gıda, gerekse yaşayış bakımından bir fark yoktu.
O dönemlerde yaşayan büyüklerle yapılan sohbetlerde, o yıllarda halkın çok fakir olduğu belirtilmektedir. Yukarıda çeşitleri bahsedilen mütevazı bayram yemeği çeşitlerinin bile bazı evlerde pişirilemediği de zaman zaman dile getirilirdi.
YEMEK HAZIRLANAN EVİN DURUMU
Yemek hazırlanan ev Şekil 4´ te görülmektedir. Bayram yemeği veren evin durumu diğer evlerden farksızdı. Hatta dıştan gelir temini bakımından pek çoğundan daha dar imkânlara sahipti. Hane halkından gurbete çıkan yoktu. Bütün aile fertleri bir arada babadan kalma arazilerini işleyerek ve hayvanları besleyerek geçinmeye çalışırlardı. Bazen etraftan da işlerine yardım edenler olurdu. Kışın herkes gibi köyde ana evde 5 ay kadar kalırlar, ilkbaharda sürülerle birlikte 1,5 ay kadar mezralara çıkarlar ve oradaki obalarda yaşarlardı. Yazın dört ay yaylalara çıkar. Son baharda yine 1,5 ay kadar mezralara iner ve havalar iyice soğuyup otlaklar bittikten sonra köydeki evlerine inerlerdi. Kış dışında da ev halkının bir kısmı köyde bulunurdu. Bir bakıma yarı göçebe hayatı yaşarlardı.
Şekil 3 Yemek hazırlanan taş ev (resmin sağındaki yolun ucunda görünen ev)
Bu evde yaklaşık 100 kadar koyun, 20-30 keçi ve 8-10 sığır beslenirdi. Ayrıca her zaman taşımacılıkta kullanılan bir at ile bir çoban köpeği evde bulunurdu. Besledikleri koyun, keçi ve ineklerden sağlanan yağ ve peynirin bir kısmını satarak, her yıl keçi ve koyun erkek yavrularını celeplere pazarlayarak geçimlerine takviye sağlarlardı. Ayrıca her yıl yün ve keçi kılı çarşıya indirilirdi. Yılda yaklaşık 200-300 kilo fındık sattıkları da olurdu. Bu evin arazileri diğer evlere nispeten biraz daha boldu. Çünkü Mustafa´nın babası, kardeşi ölünce hanımını kendi üzerine nikâhlayarak kardeşine miras kalan araziden de da faydalanmıştı. Genellikle evde gıda ürünleri ve özellikle süt ürünleri her zaman boldu.
BAYRAM YEMEĞİ GELENEĞİNİN MAHİYETİ
Bayram yemeğinin mahiyetini araştırmama rağmen tam öğrenemedim. Ne zamandan beri veriliyordu, niçin veriliyordu sorularına cevap bulamadım.
Bilinen tek şey 1920´li yıllardan beri verildiğiydi. O yıllarda evin reisi 1869 doğumlu Esat Ağıralioğlu´ydu. Esat, 1916 Rus işgalinde ailesi ile birlikte batıya yaya olarak göç etmiş ve Çarşamba´da 2 yıl kaldıktan sonra, Ruslar memleketten çekilince evine geri dönmüştü. Esat 1949 yılında vefat etmişti. Onun vefatından sonra 1901 doğumlu oğlu Mustafa bu yemek geleneğini sürdürmüştü. Fakat 1970´lerde yemeğe katılanlar giderek azalmıştı.1984´den sonra yani Mustafa Ağıralioğlu´nun ölümünden bir iki sene sonra bu adet bir bakıma kendiliğinden tamamen son buldu.
Esat Ağıralioğlu´nun Babası Sofuzade Hacı Mustafa 1827´de doğmuştu ve zamanla Of kazasının ileri gelenleri arasında sayılmıştı. Sofuzadelerin bugünkü Samsun İli hudutları içinde kalan Vezirköprü´den devlet tarafından alınıp bu yöreye iskân edildikleri tespit edilmiştir. Hacı Mustafa, Çaykara- Eğridere Köyünde, 1916 Rus işgalinde tutuşturulup yakılmış olan 12 odalı bir konak yaptırmıştı. Trabzon Eyaletinde encümen azalığı yapmış olduğu, Of´taki Çakıroğlu Halim Ağaya vasi tayin edildiği bilinmektedir. Sofuzade Hacı Mustafa´nın bu bayram yemeği usulünü atalarından alıp sürdüren kişi olduğu tahmin edilmektedir. Mustafa´nın iki hanımdan 12 kızı ve beş oğlu dünyaya gelmişti. Kendisi Rumi 1318 (1902) yılında vefat etmiş ve cenazesi Ağıralioğlu mezarlığına defnedilmişti. Kendisi için güzel bir mezar yaptırılmış ve mezar taşları Trabzon´da hazırlatılarak atla yerine taşınmıştı. Hacı Mustafa Ağa´ nın bugün zor okunabilen mezar taşı kitabesi yeni yazı ile aşağıya çıkarılmıştır:
?El halas-ü minel mevt.
İster itme bu fena ziynete rağbet, ister it,
Mevtae her bir takas eylesen mahkûmdur,
Sofuzade Mustafa Ağa dahi vardı dün,
İmdi bahr-i meçhullere daldı bugün madundur.
Eşraf-ı kazadan olup yetmiş
Üç yaşında vefat eden Sofuzade
Hacı Mustafa Ağa´ nın ruhunarıza en-lillah el fâtiha.
Sene 1318 ?.
Öldüğü zaman bütün oğulları ve pek çok torunu hayattaydı. Oğullarından Mehmet 1908 yılında, Cafer 1908 yılında, Halim 1915 yılında vefat etmiştir. Rus işgalinden sonra 1926 yılında diğer oğlu Abdullah da ölünce Mustafa´nın oğullarından sadece Esat hayatta kalmış ve 1949 yılına kadar yaşamıştır.
Esat´ın oğlu Mustafa hiç gurbete çıkmazmış. Babam Mehmet Ağıralioğlu´nun bana anlattığına göre gurbete çıkmadığı için dedem Dursun Ağıralioğlu da Mustafa´yı destekleyerek 1940´lı yıllarda Mustafa´nın köyde muhtar olmasına katkı sağlamıştı. Mustafa uzun zaman bu muhtarlık görevini sürdürmüştü.
Bayram yemeği için 1943 yılında, 1900 doğumlu dedem Dursun (Mehmet´in oğlu, Hacı Mustafa´nın torunu), babam Mehmet´e: ? Bayram yemeği yükünü bu evden (Esat´ın evinden) kaldırmak için bu vazifeyi artık bizim üstlenmemiz lazım? demiş. Fakat 1945 yılının 30 Ağustosunda bir böcek sokması sonucu genç yaşta vefat edince bu arzusu yerine gelmemişti.
Acaba bu bayram yemeği ananesi Esat´a atalarından mı miras kalmıştı? Bu konuda kesin bir bilgiye ulaşılamamıştır. Fakat böyle olması kuvvetle muhtemeldir.
Çaykara´da, Haldizen gibi bazı köylerde de böyle bayram yemeği geleneği olduğunu duymuştum. Ayrıca Anadolu´nun çeşitli yerlerinde köyün ileri gelenlerinin bayram yemeği verdiklerini öğrendim. Bir de Doğu ve Güneydoğu Anadolu´nun bazı köylerinde bayram günü köylülerin köy odasında veya mevsimine göre kırda toplanıp kendi yanlarında getirdikleri yemekleri hep beraber yediklerini öğrendim. Ayrıca bazı yörelerde Cuma namazından sonra cami avlusunda bir kimsenin hayrına keşkek veya lokum gibi yiyeceklerin dağıtıldığını gördüm.
Bayram yemeği âdetlerinin niçin, nasıl ortaya çıktığını bilmiyorum. Ama zamanına göre insanlar arasında iyi bir dayanışma, yardımlaşma ve sosyalleşme sağladığı söylenebilir.
1947 yılında Çaykara´da doğan Necati Ağıralioğlu (Şeker), ilk ve ortaokulu Çaykara´da okudu. Parasız yatılı okuduğu Trabzon Lisesinden 1963 Haziran döneminde mezun oldu, o yıl girdiği İstanbul Teknik Üniversitesi, İnşaat Fakültesinden 1968 Haziran döneminde İnş. Yük. Mühendisi diploması aldı.
Mezun olduğu tarihten 1969 Nisan ayına kadar Yol Su Elektrik Genel Müdürlüğü, Trabzon 10. Bölge Müdürlüğü İçmesuları Şefliğinde çalıştı.
Nisan 1969 yılında Topçu okulunda başladığı askerlik hizmetini 1970 Ekiminde Milli Savunma Bakanlığı, Su İkmal Şubesinde tamamladı.
Ekim 1970?te İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesinde asistanlığa başlayıp 1977 yılında doktorasını tamamladı.
1978 yılında 1 yıl ABD Colorado Eyalet Üniversitesinde, 1979´da 1 yıl ABD Mississippi Eyalet Üniversitesinde çalıştı.
1982 yılında İTÜ İnşaat Fakültesinde doçent ve 1988 yılında profesör oldu.
1993 yılında Sakarya Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Dekanlığına getirildi.
1995 yılında 1 yıl Kuzey Kıbrıs, Doğu Akdeniz Üniversitesinde öğretim üyeliği yaptı.
2003 yılından İTÜ´de anabilim dallarının kaldırıldığı 2009 yılına kadar İTÜ İnşaat Fakültesi Hidrolik Anabilim Dalı Başkanlığı yaptı.
AB 6. Çerçeve Programında değerlendirmeci olarak görev yaptı.
5. Dünya Su Formunda Program Komitesi Eş Başkanı olarak çalıştı.
2009 yılında İSKİ Yönetim Kururlu Üyeliğine getirildi.
İTÜ İnşaat Fakültesinde Hidrolik Birimi Koordinatörü olarak görev yaptı. Ayrıca İTÜ Senato Üyesi, Su ve Deniz UYG-AR Müdürü, İTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü Hidrolik ve Su Kaynakları Programı Koordinatörü olarak çalıştı. Nisan 2014´te İTÜ´den emekli oldu.12014-2015 Bahar Döneminde İstanbul Arel Üniversitesinde çalıştı.
Necati Ağıralioğlu´nun 8 tanesi kitap, 34 tanesi Science Citation Index tarafından taranan dergilerde yayınlanmış bilimsel makale olmak üzere toplam 140´dan fazla yayını bulunmaktadır. Ayrıca çeşitli projeler hazırlamış ve danışmanlık hizmetlerinde bulunmuştur. 13 Doktora ve 35´den fazla yüksek lisans tezi yönetmiştir. Konu ile ilgili çalışmalarından dolayı Kendisine Baraj Güvenliği konusunda ödül verilmiştir. Üç arkadaşı ile birlikte hazırladığı bir makalesi Water and Environment Journal (WEJ) Dergisi tarafından ?2012 Yılı En İyi Makale Ödülü?ne layık görülmüştür.
Necati Ağıralioğlu evli ve iki erkek çocuk babasıdır.
Teknik konularda aşağıda adı verilen kitapları basılmıştır.
Ağıralioğlu, N., Atatürk Barajı ve Türkiye´ye Etkileri, Scala Yayınevi, 474 s.,İstanbul, 2014.
Ağıralioğlu, N., Baraj Güvenliği, Beta Yayınları, 2011.
Ağıralioğlu, N., Baraj Plânlama ve Tasarımı, Cilt 1, 2. Baskı, Su Vakfı, İstanbul, 2007.
Ağıralioğlu, N., Baraj Plânlama ve Tasarımı, Cilt 2, 2. Baskı, Beta Yayınevi, İstanbul, 2011.
Ağıralioğlu, N., Baraj Plânlama ve Tasarımı, Cilt 3, Su Vakfı, İstanbul, 2007.
Erkek, C. Ağıralioğlu, N., Su Kaynakları Mühendisliği, Yedinci Baskı, Beta yayınları, İstanbul, 2013.
Erkek, C., Ağıralioğlu, N., Su Kaynakları Mühendisliği Uygulamaları, Altıncı Baskı, Beta Yayınları, İstanbul, 2013.
www.caykaragundem.com