Emekli öğretmen, araştırmacı yazar Mehmet Şahin´in kaleme aldığı ?BİR ESER VE TRABZON´UN İŞGAL SONRASI DURUMU´ adlı makaleyi yayınlıyoruz.
Bir Eser ve Trabzon´un İşgal Sonrası Durumu
Emekli öğretmen, araştırmacı yazar Mehmet Şahin´in kaleme aldığı ?BİR ESER VE TRABZON´UN İŞGAL SONRASI DURUMU´ adlı makaleyi yayınlıyoruz.
(18 Nisan 1916-24 Şubat 1918)
Trabzon´un Rusya tarafından işgal edilmesinden bu yana 104 yıl geçmiş olmasına rağmen, işgal yıllarını ilmî, edebî, sosyal, ekonomik ve sanatsal olarak ele alan ve büyük kitlelere ulaşarak bir yankı ve farkındalık oluşturan yeterli ürün ortaya çıkaramadık maalesef. 104 yılda her alanda olduğu gibi bu alanda da çok şey yapılabilirdi.
18 Nisan 1916´ da kalıcı kalmak niyetiyle Ruslar tarafından işgal edilen Trabzon, 24 Şubat 1918´de Rus işgalinden kurtulmuştur.
Bu acı dönem sonrası, yani kurtuluştan sonra Trabzon´un durumunu, görünümünü, geride kalan mazlum insanımızın ruh halini en iyi yansıtan Osmanlı dönemi subay öğretmenlerinden tarihçi Ahmet Refik Altınay´ın sadeleştirilmiş ve MEB tarafından neşredilmiş bir kaynak eser olan ve mutlaka okunması gereken Kafkas Yollarında (1) adlı eserinin ?Trabzon? bölümünü siz değerli okuyucularımıza sunmak istiyoruz:
Amet Refik, Kafkas Yollarında ( Hatıralar Tahassüsler), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Trabzon Bölümü, 2001.
KAFKAS YOLLARINDA
Trabzon, 17 Nisan 1334/1918
Polathane (Akçaabat)´nin yeşillikler içinde beyaz ve zarif binalarını gördüğümüz zaman, artık günlerce karlı dağlar seyretmekten kurtulduk. Trabzon uzaktan görünüyor. Karadeniz´in mavi suları, sâkin bir nisan güneşinin pembelikleri altında uyanıyor gibi. Şehrin beyaz evleri ışıklar içinde. Sahilde muntazam ve zarif binalar, yeşil çayırlar ortasında küme küme serviler, narin ve zarif minareler, tepelere doğru henüz çiçeklenmiş erik ve şeftali ağaçları görülüyor. Trabzon, bir görüşte kalbi sihirleyecek, binaları, ağaçları, çayırları, yüksek tepeleri, yeşil sırtlar ortasında kırmızı kışlalarıyla kendini derhâl sevdirecek bir güzelliği kendinde toplamış. Evliya Çelebi´nin hakkı varmış: ?Burası gül ü reyhan ve erguvan açar? bir belde. Daha doğrusu, Karadeniz´in sâkin suları kenarında, yeşil bir dağın eteğinde, çimenler arasına uzanmış, başında baharın en parlak renkli çiçeklerinden yapılmış bir taç, güzel ve zarif bir kızı andırıyor. Bahar, şehrin simasını da şenlendirmiş. Aylarca Moskof istilâsı altında kalan, aylarca ana vatandan uzakta yaşayan bu belde(*)
(*) 8 Mart 1916 tarihinde Rize´yi işgal eden Ruslar, yerli Rumların da davet ve desteği ile. Türk kuvvetlerinin mukavemetini kırarak 19 Nisan 1918?de de Trabzon´a girdiler. Halkının büyük bir kıs mı Türk olan Trabzon´da bir miktar Rum ve çok az sayıda da Ermeni bulunmaklaydı. Ruslarla iş birliği yaparak Müslüman Türk ahaliye ellerinden gelen eziyetleri yaptılar (Akdes Nimet Kural, Türkiye ve Rusya, s.294)
şimdi bahar çiçekleriyle süslenmiş, pürneşe ve sevinç, toplarıyla, güler yüzlülüğü ile kendisini hasret çekerek, hürmetle ziyarete gelenleri selâmlıyor. Fakat bu güler yüzde yaralı ve perişan bir kalbin acı tebessümleri duyuluyor. Trabzon yaralanmış, Trabzon perişan, Trabzon manen ve maddeten bir viranelik. Başında zarif çiçekleriyle görünen bu kız, güzel ve cazip simasını ancak taçlar içinde mütebessim gösteriyor. Fakat bilseniz, içini bilseniz, vücudunu görseniz, mermilerden, katil ellerden, kan dökücü parmaklardan ne yaralar almış, ne darbeler yemiş, ne felâketler görmüş.
Perişan kıyafetli halk, büyük ve fecî bir yangından sonra sönen ocaklarını, yanan evlerini görmeye gelen, çocukluk hâtıralarını muhafaza eden köşelerin mahvolduğunu acı bir tebessümle seyreden insanlar vaziyetinde. Ötede, önünde bir çuval fındık, fakir bir ihtiyar, duvar diplerinde düşünüyor. Beride ufak, sarışın, yalın ayak çocuklar kirli yüzleriyle sokağın çamurları arasında koşuşuyor. Pejmürde kıyafetli yüzlerini sımsıkı örtmüş kadınlar, mini mini çarşaflı kızların ellerinden tutmuşlar, yokuşlardan bitkin bir hâlde çıkıyorlar. Kurtulan pek az bina var. Şehrin en muntazam, en el değmemiş binaları, kayaların dibinde Rum kilisesi, Rum mektebi, Rum mezarlığı ve ekser Rum evleri. Eski Trabzon, Kahraman Yavuz´un gençlik zamanlarına şahit olan mahalleler, Bizans ve Osmanlı surlarının içi tamamen tahrip edilmiş. Bu harabeler içinde denize paralel iki uzun yolun açılmış ve genişletilmiş olduğu görülüyor. Deniz kenarındaki mendirekle harabeler ortasında açılan yoldan başka yeni yapılmış bir şey yok. Her şey, her köşe, her ev, her sokak, her türbe tahrip edilmiş. Bu fecî yangın enkazı ortasında camiler, çıplak minareleri; mezarlıklar, tamamen kırılmış taşları, a- rabalıklara çevrilmiş meydanlarıyla kalbe elem veriyor. Sokaklar teneke, eşya, abâ, çizme, Rus kalpakları, araba tekerlekleri, hayvan ölüleri, kiremit yığınlarıyla dolu. Bir zamanlar mes´ut ailelerin pürneşe ve sevinçle yaşadıkları bahçeler, şimdi yıkılmış enkaz ortasında çıplak kalmış, duvarlarında yabanî otlar çıkıyor. Bahar bu harabenin ortasına da çiçeklerini serpmiş. Kâh Debbağhane deresinin, sarmaşıklar, sarı çiçekler, yüksek kayalar arasından, uğuldaya uğuldaya gelen sedası, kâh harabeler ortasında beyaz çiçekleriyle gülen bir erik ağacının yeşil tomurcuklu dalları üzerinde, bir kuşun hazin avazı işitiliyor.
Hiçbir evde ahşap kısım bırakılmamış. Bazen bir çatının tahtaları yarı sökülmüş, bazen bir evin çinkoları bütünüyle sökülmek istenirken bırakılmış. Sokaklarda iri iri fareler aç ve mütereddit dolaşıyor. Koyu neftî dingilleri havaya dikilmiş cephane arabaları yolları kapıyor. Camiler clîın bir hâlde. Hemen hepsi de ahıra çevrilmiş. İçlerine dört beş parmak kalınlığında gübre serilmiş. Mihrapları minberleri, ahşap kısımları tamamen yıkılmış. Kelime-i tevhîdler parçalanmış. Duvarlara yazılan Rusça yazılarla beraber yapılan resimler pek utanç verici... Bu resimlerle Türk kadınlığı küçük düşürülüyor. Minarelerden bazıları kırılmış, bazılarının çok kıymetli oymalı şerefeleri parçalanmış. İçkale Camii ahırdan başka bir şey değil. Yanındaki susuz ve kırık çeşme üzerinde şu satırlar okunuyor:
?Es-Sultanu´l-âzam es-Sultan İbni Sultan Süleyman İbni Selim Han Bin Bâyezid Han- halledallahu mülkehü- Sene 935? (En büyük sultan, sultan oğlu Sultan Bâyezid Han oğlu Süleyman; Allah mülkünü bâki kılsın/Sene: 1528).
İskele yanındaki mezarlık dümdüz. İçine büyük bir tiyatro yapılmış. Belediye bahçesi büyük bir araba merkezi. Çarşı ıssız ve karanlık. Mağazalar bomboş. Bazılarının kilitleri kırılmış. Kasaları süngülerle parçalanmış. Her köşede elem ve haydutluk eseri var. Deniz kenarındaki kalede üç dört Osmanlı topu kalın tunç namlularıyla uzanmış duruyor. Ruslar burada üç dört sahil topu bırakmışlar. Onların da kamalarını almışlar. Bu tahribat, mezarlıklar ortasındaki mühim türbelere kadar yayılmış. Bu türbelerden biri de Gülbahar Sultan Türbesi. Gülbahar Sultan, Yavuz Sultan Selim"in annesidir. Şehzade Selim, babası vezirler elinde oyuncak olduğu sıralarda, buralarda valilik ediyordu.
Komninosların(*) çiçekli beldesi, latif seması, yeşil tepeleri, Soğuksu mesiresi, mavi deniziyle Yavuz´un şâir ruhunu kendine bağlamıştı. Oğlu Sultan Süleyman da Osmanlı tahtına oturduktan sonra, annesini Trabzon´a göndermiş, Trabzon´da nüfus sayımı yaptırmış, Batum sancağını Trabzon´a bağlamıştı. Yavuz´un hanımı bu güzel beldeyi pek sevdiği için oğlunun padişahlık zamanında bile Trabzon´da ömür sürmeyi tercih etmişti.
(*) Trabzon´u merkez edinmiş. Bizans İmparatorluğunun yıkılmasıyla tarih sahnesinden çekilmiş bir hanedan
Annesi Gülbahar Sultan, I. Selim´in tahta çıkmasından yedi sene evvel Trabzon´da vefat etmiş, İmaret Camiinin koyu servileri altına gömülmüştü. Üzerine yapılan türbe sekiz köşeli zarif bir bina.
Kapısının üzerine yazılan Farsça kitabenin son beyti şudur:
?Rahmet-i dâim boved nâzil ço şod ez feyz-i Hak
Geşt târih-i vefateş rahmet-i dâim ber-o?(*)
(Madem ki Hakkın feyzinden daima rahmet inmektedir; işte o-nun vefat tarihi de ?Onun üzerine Hakkın rahmeti daim olsun. )
Türbenin duvarları zarif resimlerle işlenmiş.
Üst kısmına bir baştan öbür başa kadar, uAllahu lâ ilâhe illâ hû...? yazılmış. Türbe tamir olundukça badanalanmış. Nakış çiçeklerin üzeri bu suretle kapatılmış. Son tahribattan bu türbe de müteessir olmuş. Türbenin pencereleri, mihrap mahalli tamamen par çalanmış. Duvarları kurşunlarla delinmiş, pencerelerinin tel kafesleri kaldırılmış. Avizelerin ve kandillerin çıplak zincirleri hazin bir hâlde sarkıyor. Hatta mezarda bir define saklı zannetmişler, Yavuz´un muhterem validesinin mezarını bile alt üst etmekten geri durmamışlar.
Her yer harap. Bu harabeler ortasında yetişen çimenler arasında, bazen duvar diplerinde, üstü başı temiz kadınlar, çocuklarıyla beraber yiyecek arıyorlar.
(*) Vefat tarihi, ebcet hesabıyla 911/1505.
Ellerinde bıçaklar ot topluyorlar, gıdalarını süprüntüler içinde bulmaya çalışıyorlar, Uzaktan ihtiyar bir kadın, arkasında bir bohça dolusu ot, yüzünü çarşafıyla örtmüş, ağır ağır iniyor. Kadına otu ne yapacağını sordum. Yanında ufak bir çocuk vardı. Yüreği titreyerek yüzüme baktı:
-Yiyeceğiz, nideceğiz, dedi.
Gözleri yaşardı. Çok üzgündü. Rus istilâsı esnasında Rum ve Ermeni vatandaşlarının mezaliminden âdeta içi kan ağlıyordu. Onların tecavüzleri yanında Moskof istilâsı bir nimetti. Latif bir Laz şivesi ile içi titreyerek anlattı. Rumlar ve Ermeniler tarafından kapıları mı tekmelenmemiş, çocukları mı öldürülmemişti! Hiçbir İslâm, sokağa çıkamaz olmuştu. Bir sene evvelki vatandaşlar, Ruslardan ziyade Moskof olmuşlardı.
Biraz öteden, ayağında şalvar, aksakallı bir imam da yanımıza sokuldu. Kadının şikâyetlerini o da tamamlamaya başladı. Hoca, Rus istilâsı esnasında Trabzon´da kalmış, ?sivaboda? yani ?hürriyet? in ilânını görmüş. Hocaya:
-Trabzon´da veba varmış, gerçek mi? diye sordum. Ciddiyetle cevap verdi:
-Onu doktorlar bilir. Bizim alâmetimiz serçe kuşudur. Serçe kuşu olursa hastalık yoktur. Şimdi çok şükür serçe kuşu var, hastalık da yok!
Hocayı en çok kahreden, Ermeniler. Hakikaten, bütün tahribat Kafkas Ermenileri ile Erzurum, Erzincan ve Van taraflarından Rusya´ya kaçan, sonra da Osmanlılardan intikam almak için Rus ordusuna gönüllü giren Ermeniler tarafından yapılmış. Rus idaresi, hemen herkesin rivayetine göre, muntazam imiş. Halk yiyecek ve içecek tedarikinde hiç güçlük çekmemiş. Alkollü içkiler tamamıyla yasakmış. Ruslar ahaliyi yol yapımında çalıştırıyor, bol bol para, ekmek, şeker ve çay veriyorlarmış. Hatta Ermenilerin sataşmalarına da şiddetle engel oluyorlarmış. Halk, Rus idaresinden bir fenalık görmemiş. Fakat komünistlik ortaya çıkınca, iş değişmiş. Rus askerleri komutanlarını dinlememeye başlamışlar. İşte o zaman Ermeniler serbest kalmışlar. Komünistliğe meyleden Rus askerleriyle birlikte yağmacılığa ve bilhassa Türklere zulmetmeğe, ortalığı tahrip eylemeye koyulmuşlar. Osmanlı ordusu yetişinceye kadar her tarafı yakmışlar, yıkmışlar. Ordunun yaklaştığını hisseder etmez, ellerine geçen İslâmları fecî bir surette öldürmüşler. En güzel beldeleri viraneye çevirmişler. Trabzon, bu tahribatın Karadeniz sahilinde fecî bir örneği. Sokaklarda görülen Rusça yazılar, kahredici bir istilânın acıklı kitabeleri gibi duruyor.
Trabzon´da sönük bir hayat var. Belediye bahçesinin çıplaklığı karşısında, yalnız bir kahvehane var. Burası halkın ve subayların merkezi. Bir tarafta halk kendi kendilerine dertleşiyor, diğer tarafta esaretten kurtulmuş bir Macar ve Avusturya askeri, Kafkasya´da olup bitenler hakkında bilgi veriyor, Kars, ordumuz tarafından kuşatılmış. Bunlar, Gürcülerle Ermenilerin Kars´ı ne surette savunduklarını, Gence ve Karabağ ahalisinin Osmanlı ordusunun gelmesini ne türlü bir sabırsızlıkla beklediklerini, hararetli bir lisanla anlatıyorlar.
Trabzon, muhtelif lisanlara merkez olmuş. Orada Türkçe, Rusça, Almanca, Macarca kullanılıyor. Bazen sokaklarda, başında koca bir papak, yanında beyaz ve sarışın bir Rus kadını, iri bir Kazak subayının dolaştığı görülüyor. Bu Kazak subayı, cesaretine mükâfat olarak alıkonulmuş. Bir gün, iki Ermeni, Türklerden üç dört kişiyi yakalamışlar. Deniz kenarına doğru götürmüşler. Hepsini de öldürmeye teşebbüs etmişler. Kazak, bu hâle dayanamamış. Türkleri bırakmalarını söylemiş. Dinlememişler. Onun da atının dizginlerine sarılmışlar. Kazak, bir darbede Ermenilerden birini öldürmüş. Atından fırlamış. İri vücudu, metin kollarıyla öbürünün de hakkından gelmiş ve bu suretle Türkleri kurtarmaya muvaffak olmuş. Şimdi komünistlik meselesi yatışıncaya kadar Osmanlı toprağından çıkmak istemiyormuş.
Trabzon´da sefaletten ve harabeden başka bir şey görülmüyor. Caddelerde, hatta kapı önlerinde at ölüleri var. Ufak çocuklar, başlarında, sokaklarda bulunmuş Rus papakları, ayaklarında, Rusların yarı bellerine kadar çıkan abâ çizmeleri, çayırlarda oynuyorlar. Sefaletten habersiz, harabeler ortasında uçurtma uçuruyorlar?