Çaykara’da bir çocuk ya da genç olmak “çocukluk” ya da “gençlik “ için bir mazeret değildir. Yaş erken olsa da yerine göre bir yetişkin kadar mesuliyet gerektirir. Çünkü yaşam ve şartlar hiç kimseye bir ayrıcalık sunmuyor. Yaşam ve mücadele koşulları herkes için müşterek olup bu yükün paylaşılması gerekmektedir. Aksi halde bu yükün bir ya da birkaç kişi tarafından sırtlanması mümkün değildir. Dolayısıyla çocuk ya da gençler de yetişkinlerin yaptıkları tüm işleri, hayvancılık, yaylacılık, çayırcılık, odun işleri ne varsa yapmak durumundadır. İşte bu hengâme, çocuk ve gençlerin bir yetişkin disiplin ve terbiyesi içerisinde yetişmelerini sağlayarak karakterini şekillendirmiş oldu. Başka bir ifadeyle onlar erken yaşlardaki yetişkin şahsiyetlerdir. Bu durum onların gelecek yaşamlarına etki ederek çok ciddi tecrübe ve direnç kazanmalarını sağlamıştır. Bununla beraber gerektiği gibi yaşayamadıkları “çocukluk ve gençlik” çağlarının bazı eksiklikleri, ilerleyen yıllara bir özlem olarak iz bırakacaktı. İlerleyen yaşlarına rağmen zamanında “çocuk veya genç” olamayanlar, zamansız çocuk ve genç gibi davranabilmektedirler. Bu durum olumsuz gibi görünmekle beraber aslında bir yönüyle kuşaklar arasındaki çatışmalara daha hoşgörüyle bakılmasına katkı sağlamış, aradaki bağları güçlendirmiş oldu. Kuşaklar arasındaki görüş ve davranış çakışmasına yetişkinlerin daha ılımlı yaklaşması belki de bundan kaynaklanmaktadır. Gençlerin sıra dışı davranışları söz konusu olduğunda “yapabilir, edebilir, gençtir…” tarzı söylemler, Çaykara yöresinde çetin şartların pişirdiği “hoşgörü” kavramının kökeninde geçmiş yaşantıların izleri olsa gerektir. Her şeye rağmen zamanı, zamansız yaşayanlar, zor şartlarda ve kısa zaman dilimi içerisinde, hayat mektebinin kitabını yaşayarak yazan, yazılası kişilerdir.
Bu yazıda esas olarak 30-40 sene öncesinde bir çocuk ya da gencin bir yaz döneminde yaylada geçirdiği dört aylık zaman diliminde hangi iş ve sosyal faaliyetlerle meşgul olduğu üzerinde durulacaktır. Bunu kaleme almamızın nedenlerinden birisi bu yaşam kültürünün kayıt altına alınarak gelecek nesillerin zihninde yer etmesini sağlamaktır. Bunun bir kurgu değil bir realite olduğunu nazarı dikkate celp etmektir. Çerçevesini dört ay gibi bir kısa zaman döngüsüyle ortaya koyacağımız bu yaşam biçimiyle bir nevi bugünün gençlerinin de yaşam biçimlerinin bir mukayesesi sağlanmış olacaktır. Bununla beraber geçmişte insanların kısıtlı imkân ve vasata rağmen neden daha mutlu ve üretken; bugün ise sınırsız imkân ve kabiliyete rağmen neden daha az üretken ve mutsuz olduklarına da bir cevap bulunabilecektir. Günümüz eğitimcileri ve sağlıkçılarının sürekli olarak önerdikleri sağlıklı yaşam yöntem ve gereklerinin bir kısmının cevapları da alınabilecektir. Çünkü uzmanların beden ve ruh sağlığını korumaya yönelik önerileri o dönemlerin rutin yaşam biçiminden başkası değildi. Tüm zorluklarına rağmen doğayla iç içe bir yaşam, sürekli bir işle meşgul olma, doğa ve doğal şartlarla mücadele İnsanların beden ve ruh sağlığını koruyan en önemli unsurlardandı. Bunların yanında yetersiz de olsa doğal beslenme, sürekli hareket ve stresten uzak yaşam şartları da etkili olmaktaydı. Elbette ki o dönemlerde de güne ve ertesi güne dair belirsizlikler stres oluşumunda etkili olabilmekteydi. Ancak mücadele sahası daha dar, dikkati dağıtan unsurlar daha az ve tüm yaşam standartları tüm insanlar için eşit olduğundan, insanlar bununla daha kolay mücadele edebilmekteydiler. Bunun yanında İnsanların gerek bedenen gerekse mental olarak stresi dağıtıp, günlük yaşamlarında dengeleyebilecekleri, kaçışı, kaytarması olmayan bir yaşamın merkezindeydiler. Bununla beraber hayatı, yaptığı işi çok ciddiye alan bu insanlar, yeri geldiğinde kendileriyle, yaşamla ve yaşam şartlarıyla dalga geçmesini, gerektiğinde işine mizah katmasını bilen engin bir bakış açısına da sahiplerdi.
Okulların yaz tatiline girmesiyle Çaykaralı gençler aileleriyle beraber yaylaya çıkmaya başlardı. Genelde babaannelerinin yanında, bazıları da kendi başlarına 30-35 metrekarelik ahşap mekânlarda yayla işlerini sırtlanmak üzere yaklaşık dört aylık yaşam meşgalesi başlamış olurdu. Gençler yaylada hem iş yapar hem de imkânlar ölçüsünde eğlenirlerdi. Yaptıkları rutin işler ve sosyal faaliyetleri genel olarak şu şekilde sıralayabiliriz. Hayvancılıkla ilgili olanlar, ineklerin beslenmesi, sağılması, nahıra(çobana) getirilmeleri, ahır temizliği, sütün makineye vurulması, yayıklamak, plastura denilen yağsız sütün büyük kazanda kaynatılarak peynir (kurç, minci) yapılması şeklinde idi. Diğeri ısınmak, temizlik ve mutfak işlerinde kullanılmak üzere odun yapılmasıyla ilgiliydi. Bir diğeri hayvanların beslenmesinde kullanılmak üzere ot temini ile ilgiliydi. Sosyal faaliyetler ise, futbol oynama, tenekeli kukul, saklanbaç, tombala, beştaş, limon oyunu, çelik çomak, gölde yüzme ziyafeti, kibrit oyunu, çim kayağı, çalimp denilen toprak işi, binek arabacılık, cami eğitimi, seyir ve mantar toplama şeklinde sıralanabilir. Şimdi bu faaliyetleri biraz daha ayrıntılı olarak ele alalım.
İşi olan gençler için gün sabah 05.30’da, en geç 06.00’da başlar. Akşamları seyir ve barakaf denilen oyun ve öğlence organizasyonu olduğu takdirde gün, gece 12:00-01:00 gibi tamamlanırdı. Tüm yaşam aktiviteleri bu zaman dilimleri arasında gerçekleştirilirdi. Sabah ilk iş olarak ineklere ot verilmesiyle başlanırdı. Akabinde ahırın temizliği yapılarak, hayvan gübresi dışardaki gübrelikte toplanırdı. Sonrasında ineklerin sağılmasına geçilirdi. Sütün sağılacağı büyük bir tas ve toplanacağı süt bakracıyla üçayaklı ya da bir kütükten kesilerek yapılan bir tabure inek sağımı için gerekli olan malzemelerdi. Süt bakracı ahırdaki ana direklerden birisine asılır ve süt sağımına geçilirdi. Süt sağım işleminden sonra süt, makineye çekilmek, kaymağından ayrıştırılmak üzere evin üst tarafına çıkarılırdı. Sonrasında ineklere, her zaman olmamakla beraber, biraz yal hazırlanır, danaların beslenmesi sağlanarak, inekler çobana (nahıra) gönderilmeye hazır hale getirilirdi. Genelde saat 07.00 gibi inekler çobana verilene kadar bu işlerden vakit kaldıysa süt makineye vurularak kaymağından ayrılır ve büyük plastura kazanında toplanırdı. Bu işlem çocuklara da yaptırılabilirdi. Yetişkinler bu işi çocuklara yaptırmakla diğer işler içim zaman kazanmış olurlardı. Çobanın, çoban taşına çıkarak haylaması ve ineklerin hangi yöne gideceklerini yüksek sesle duyurmasının ardından genellikle çocuklar ellerinde alelade bir sopayla inekleri toplanma yeri olan genişçe meydana sürerlerdi. Çocuklar çoğu zaman eğlenmek bazen de çobana yardımcı olmak açısından bağıra çağıra ve ıslıklar eşliğinde ineklerle beraber epey gider sonra geri dönerlerdi. İnekleri meraya getirirken onları her bir yönden toparladıklarından dağınık dağınık giden çocuklar dönüşlerinde beraberce derin sohbetler eşliğinde yayla evine dönerlerdi. Eve dönüşte ahırın süpürülmesi ve danaların içirilmesinden sonra diğer işlere geçilirdi. Tek dem bir çay ve tavada süt kuymağıyla yapılan kahvaltıdan sonra mevsimine göre ya odun ya da ot yapmaya gidilirdi.
Eğer yaylaya yeni çıkılmışsa yani haziran ayı başlarıysa hayvanlar için komar yaprağı yapmak kaçınılmaz bir işti. Herkes kendi yakın komşusu ya da arkadaşıyla beraber belli bir saatte haberleşerek ormanın yolunu tutardı. Koyu muhabbetler ve şakalaşmalar eşliğinde arşınlanan yolun nasıl geçtiği anlaşılmazdı. Hulasa komar yapraklarının bulunduğu alana ulaşılır ve herkes kendi nasibinin peşinde araziyi arşınlardı. Araziye yayılmış olan ve bulunduğu yerde de hemen herkesin işini görecek miktarda bol bulunmayan komar yaprağını yeterli miktarda bulmak kolay bir iş değildi. Yayla yerleşkesine yaklaşık 2,3 kilometre aşağı mesafede bulunan beyaz çiçekli komar yaprağının bozulmamış taze yeşil yaprakları yumuşak yerlerinden bir orak marifetiyle kesilir, peştemalden yapılma önlüklere konularak çuvallanır ya da sepetlere doldurularak yaylaya çıkılırdı. Komar yaprağı yapma süreci komar yapraklarının sertleşmeleri ya da delik deşik olarak kuruması nedeniyle pek uzun sürmezdi. İlerleyen zamanlarda yeşilliğin daha da canlanmasıyla onun yerine ot yapma sürecine geçilirdi. Ot genelde inek ve koyunların yayılmadığı ya da kolaylıkla gidemediği ormanın derinliklerinden yapılırdı. Buralar genelde taşlık ve çalılık alanlardan oluştuğundan tırpan kullanılamazdı. Bundan dolayı ot orağı kullanılarak yapılan ot, her insanın gücüne göre yük haline getirilir ve yaylaya taşınırdı. Hayvan yiyeceği hazırlama süreci zamanlama olarak genelde sabah saat 08.00 gibi başlar ve öğle üzeri ya da öğle geçerek tamamlanırdı. Öğleden sonra istisna olmakla beraber bir kez daha ot ya da odun yapmak amacıyla tekrar ormana gidilebilirdi. Gidilmediği takdirde yayla evindeki diğer işlerle uğraşılırdı. Bu işler duruma göre peynir yapılması, yayıklama, varsa odun kesimi ve istiflenmesi ile ilgili olabilirdi.
Peynir yapım sürecine, ekşitilen makine sütünün büyük kazanlarda toplanması ile başlardı. Bu süte plastura denilirdi. Plastura “tutmak” anlamıyla bağlantılı olan bir terimdir. Çaykara yöresinde, mayalanan süt eğer yoğurt haline geldiyse buna da “yoğurt tuttu” denilir. Bu manada kesen ve bir nevi ekşi yoğurt haline gelen süt büyük kazanda ateş üzerinde kaynatılırdı. Pişen süt peynir şeklinde kalın tabaka olarak çiçen denilen öz suyunun üzerinde toplanır. Kurç denilen bu peynir büyük bir ahşap kepçe yardımıyla toplanarak bir torba içerisine konulur, çiçenle beraber tekrar kaynatılır ve pişirilirdi. Bu süreç yani çiçenin kaynatılması daha kısık bir ateşte gerçekleştirilir ve genelde bunun için tezek yakılırdı. Ara ara kaynatılan ve kazanın dibi yapışmasın diye karıştırılan çiçen sonunda “minzi” dediğimiz peynire dönüşerek alınır ve o da bir torbaya konularak iki sert cisim arasında sıkıştırılarak peynirlik için önemli bir aşaması tamamlanmış olurdu. Ekşitilen sütten yapılan kurçtan tereyağıyla yapılan mıhlamanın meşhur olduğunu ilave edelim. Geride kalan ve yörede çiçen denilen yeşilimsi öz suyu genelde ya dökülür ya da suyla karıştırılarak ineklere verilirdi. Bu suyun yüksek miktarda asit barındırması nedeniyle döküldüğü çimenlik yer ilk dökülmeden hemen sonra kurur, toprak haline gelirdi. Bununla beraber bu özelliğinden dolayı böbrek taşı olanların bu öz suyunu içerek böbrek taşını erittikleri ve şifa buldukları da edinilen tecrübelerin bir neticesidir.
Yaylacılığın en popüler sembol unsurlarından birisi yayıktır. Daha doğrusu yaylacılık denildiğinde ilk akla gelen hayvancılık ve hayvansal gıdalardır. Bu gıdalar içerisinde ise en meşhur olanı yayla yağıdır. Süt makinesi marifetiyle sütten ayrıştırılan kaymak yaklaşık olarak 35 -40 kilo kapasiteli bir kapta biriktirilirdi. Ortalama 20, 25 gün içerisinde dolan bu kap artık yayık yapma zamanının geldiğinin de işaretidir. Bazıları parçalı ahşap tahtaların birleştirilmesiyle bazıları da kızılağaçtan yekpare olan kütüğün oyulmasıyla, yaklaşık olarak 1,5 metre uzunluğunda, 35-40 cm çapında yapılan yayık, yapımı gibi yayıklanması da oldukça zor bir işti. Kaymak, yayığın içerisine daracık ağızından büyükçe bir tahta kaşık ve koni yardımıyla doldurulur, içerisine yağın düzgün toparlanmasını sağlamak amacıyla genelde biraz da soğuk su ilave edilerek yayıklanmaya hazır hale getirilirdi. Yalnız soğuk su ilave edilmesi demek yayıklama süresinin artması demekti. Sonrasında yayık tavana sağlam bir şekilde çakılı olan ahşap aparata bir ip yardımıyla bağlanır ve artık bu işi yapacak olan için hazır hale getirilmiş olurdu. Bu iş her babayiğidin harcı olmadığından genellikle gençlerin rutin işleri içerisinde yer alırdı. Yayıklamak yayığın her iki tarafından birer kişi ile yapılabildiği gibi tek kişi tarafından da gerçekleştirilebilirdi. Genellikle tek kişinin yaklaşık olarak bir, bir buçuk saat gibi bir süre içerisinde yayığın içerisindeki kaymağı kuvvetli bir şekilde bir uçtan diğer uca çarptırmasıyla gerçekleşen bir eylemdi. Yayığın olmasına yakın yayıktan gelen ses değişir daha tok ve net bir hal alırdı. O zaman yayık başında olan da bir nefes alır hızını daha rölantide ayarlayarak yağın topak topak olmasını bekler sık sık yayığı kontrol ederdi. Çıkarılan yağ, kaynağından taşınan soğuk yayla suyuyla defalarca yıkanır, hafifçe tuzlanarak saklanırdı.
Yaylacılığın en önemli işlerinden bir diğeri odun yapılmasıyla ilgiliydi. Rakımı yaklaşık 2000-2500 arasında olan Çaykara yaylalarında odun yapmak oldukça meşakkatli işlerdendi. Çünkü doğal olarak ağacın 2000 metrenin üzerinde yetişmemesinden dolayı odun yapabilmek için yayla yerleşkesinden 3, 4 kilometre aşağıya inmek gerekmekteydi. Gerçi daha yukarılardan “sorçi” dediğimiz bodur, diken yapraklı ince dal kalınlığında, çimenden yaklaşık 20-30 santim yüksekliğe kadar çıkabilen ve daha çok kökleri odun olarak yapılan bir tür, odun olarak da yapılabilmekteydi. Fakat bunu daha çok ormana inme dermanı olmayan yaşlı kadınlar tercih ederlerdi. Odun orağıyla yaptıkları çorçileri yük haline getirerek güneşli havalarda gölgelerini takip ede ede, sağa sola yaylana yaylana, sık sık da nefeslenip sohbet ede ede yayla yolunu tutarlardı. Genelde ocak ateşinin yakıldığı dönemlerde özellikle sisli çiseli havalarda etrafa yaydığı farklı bir is kokusuyla yaylacılığa kokusuyla simge olmuş bir yakacak türü olarak hafızalardaki yerini korumaktadır. Bunun haricinde genel olarak en kolay erişilen ve ormanın zirvesine kadar çıkabilen ağaç türü çam olduğundan, kurumuş çam odun olarak yapılırdı. Günlük olarak yapılan bu faaliyetler bazen ırgat şeklinde de gerçekleşebilmekteydi. Irgat için odununu ormanda birkaç gün içerisinde hazırlayanlar genelde gençlerden oluşan bir ırgat düzenlerdi. Irgat sahibi de bu yardımın mukabilinde ya evinde bir sohbet (parakaf) ya da seyir düzenleyerek gençlerin eğlenmesine zemin hazırlardı. Irgatlar yardımlaşmayı sağladığı gibi gırgır şamata ortamı oluşturduğundan işi daha eğlenceli hale getirir, birbirini sevenleri de aynı mekânlarda buluşturmaya vesile olurdu. Orman insanların ısınmadan, ev yapımı, çatı örtüsü, bahçe çiti vb. tüm ihtiyaçlarına hayat kaynağı olduğundan en değerli varlıklardandı. Örneğin yayla evlerinin çatısını örtmek için kullanılan hartomanın ham maddesi gürgen ağacıydı. Her ne kadar gürgen ağacına ulaşabilmek için ormanın derinliklerine inmek gerekse de yağmurun eksik olmadığı bu iklimde bunun ne kadar elzem olduğu aşikardı. Ayrıca çatılarda hartoma altı olarak kullanılan ve omar denilen dökmeler de genelde genç çam ağaçlarından temin edilirdi. Çatılarda kullanılan su olukları, sülenler de çam ağaçlarının “v” şeklinde oyularak işlenmesiyle elde edilirdi. Bu olukların oyulma işlemi tamamlandıktan sonra gücü kuvveti yerinde 5,6 kişinin omuzunda, 3-4 kilometrelik mesafeden taşınarak yaylaya çıkarılır ve çatıya yerleştirilirdi. Yine odunun tutuşturulmasında kullanılacak olan çıra da çam ağaçlarından temin edilmek üzere senenin belli zamanlarında yapılır sepetlenerek yaylaya taşınırdı.
Yaylacılığın belli dönemlerinde topyekûn olarak yapılan faaliyetlerden birisi de “çayırcılık”tı. Çayırcılık herkes için tam bir teyakkuz, adeta seferberlik haliydi. Hayvancılığın en önemli geçim kaynağı olduğu ancak hava şartlarının da buna bu kadar elverişsiz olduğu o koşullarda, biçilen otu kumanda edebilmek için başka bir tutum mümkün değildi. Bazı yaylalarda evlere bitişik, bazılarında evlerden bağımsız, uzakça yerlerde, hanelere göre parsellenmiş çayırların biçilme zamanı muhtarlık tarafından takvime bağlanır ve vakti geldiği gün insanlar topluca çayırlara girerlerdi. Biçme zamanı genel olarak ağustos ayının ilk haftası içerisinde bir gün olarak belirlenirdi. Çayır biçme işlerinin tamamlanması havaların iyi gitmesine göre değişirdi. Havalar iyi gittiği taktirde her hane 2-3 gün içerisinde otlarını yaylasına taşırdı. Tam bir birliktelik havasında gerçekleşen çayırcılık faaliyetleri yaylaların en kalabalık olduğu dönemlerdir. Biçme faaliyetleri, işin zorluğuna rağmen insanların, yüksek sesle birbirlerine bağırıp çağırdıkları, takıldıkları, tırpan dövme ve bileme sesleri arasında neşeyle başlardı. Sabah mesainin güneş doğmadan önce başladığı bu hengâmede yemekler genelde çayırda yenilir, çocuklar çayır biçenlere soğuk su ve ayran taşırdı. Uzun zamandan beri kullanılmadığından dolayı çimen bağlayan çayırların içerisindeki patika yolları, giden gelenin hesapsız olduğu bu teyakkuz halinden toprağa dönüşürdü. Biçilen ot, eğer ailede dağıtma işini yapacak birisi varsa bir orak yardımıyla, yoksa biçen tarafından tırpan sapıyla serilirdi. Öğle vakti geldiğinde biçilen ot orak ya da elle alt üst çevrilir bu şekilde kuruma işlemi hızlandırılmış olurdu. Akşam ya da sis gelmeye başladığında insanlar tırmıklarına sarılır otun toparlanma aşamasına geçilirdi. Eli tırpan tutanın biçmeye tutuşması gibi otların toplanma zamanı da aynı duyarlılıkla herkesin seferber olmasıyla gerçekleşirdi. Eğer yağmur ihtimali yoksa otlar ilk olarak “part” şeklinde biraz daha kalın, akşama doğru ise “kumul” olarak bir yığın haline getirilirdi. Naylonu olanlar otunu örter ve ertesi gün için otu hazır hale getirmiş olurdu. Ertesi gün kumullar, part şeklinde tekrar serilir kuruyuncaya kadar birkaç sefer çevrilirdi. Kuruyan otlar “şelek” denilen bir yük yapma sistemiyle sıkıca bağlanır, taşınır ve yayla evlerindeki otluğa, hanegaya istiflenirdi. Fazla otu olanlar otunun bir kısmını büyük kamyonlarla köye indirerek kışlık olarak hazırlardı. Tüm yorgunluğa rağmen gençlerin akşamüzeri çim zemin üzerinde futbol maçını gece de seyir denilen eğlenceyi es geçmeleri mümkün değildi.
Yayladaki gençlerin yaşam merkezinde “iş” olmakla beraber eğlenmek de önemli bir yer teşkil ederdi. Şimdi bu sosyal faaliyetler üzerinde duralım.
Futbol her Trabzonlu gencin vazgeçilmez en önemli aktivitelerindendi. Gün içerisinde hangi iş yapılırsa yapılsın mutlaka akşamüzeri çift kale maç yapılırdı. Zamanı daha gerilere taşıdığımızda futbol topu çok nadir bulunduğundan pek tat vermese de plastik topla oynanırdı. Rusya Federasyonu’nun dağılmasından sonra Trabzon’un tüm ilçelerine kadar ucuz futbol topunun gelmesiyle beraber gençler en azından futbol topu hasretini gidermiş oldular. Gençlerin çift kale maç yapmak için ormandan keserek, özenle yontup kilometrelerce taşıyarak sahaya diktikleri kale direkleri tüm geçlerin adeta ortak değerlerindendi. Maç saati çoğu kişi günlük kıyafeti bir kısmı eşofmanlarıyla ama tamamına yakını farklı markalarda da olsa, kalitesi ve rengi aynı olan kara lastikleriyle heyecanlı bir şekilde nefes nefese koşarak sahadaki yerini alırdı. Yayla gençlerinin kendi aralarındaki futbol takımları alelade oluşturulmazdı. Takılar oldukça seçici bir şekilde kurulur, kaptanlar iyi oyunculardan başlayarak tek tek oyuncularını belirler, gruplarını oluştururlardı. Herkesin kadroya girip top oynaması mümkün değildi. İyi top oynayamayanlar kaleye geçirilir, takıma giremeyenler top gitmesinden diye kale arklarında tutularak ileriki maçlar için göz doldurmuş olurdu. Kurulan takımlar sahada oynamaya başladığında işlerini tamamlayan ya da işi olmayanlar sahanın etrafında toplanarak maç seyretmeye gelir, kimisi top oynayanlara laf atarak takılır, eğlenirdi. Maçlar oldukça heyecanlı geçmesine rağmen arada yokuş aşağı kaçan topun arkasından depar atarak koşup gidenin gelme vaktine kadar herkes çimler üzerinde uzanarak anlık da olsa maçtan kopmuş olurdu. Genelde topun gelmesi 5,10 dakika sürer, topun peşinden gidenin ise geldiğinde kendisini toparlaması epey vakit alırdı. Maçın ucunda herhangi bir ödül olmasa da kazanma arzusu ve heyecanı ile oyunda birbirlerine bağırıp, çağıranlar maç sonu kol kola girerek, batan güneşin ve serin rüzgârın eşliğinde terlerini soğutarak yayla evinin yolunu tutardı. Futbol bir tutkudur, mekan ve rakım tanımaz. Bu tutku kişileri bazen geçici olarak uzaklaştırsa da gerçekte yakınlaştırır. Bu felsefeden hareketle kurulan her bir yayla takımı diğer yayla ekipleriyle maçlar yapardı. Bu şekilde birçok kişi hiç tanımayacağı kişilerle yüksek dağların başında tanışarak arkadaş olma fırsatı bulmuş olurdu. Farkında olunmasa da ileride belki bir okulda belki bir iş yerinde belki gurbette karşılaşılacak kişilerle sağlam dostlukların temeli atılmış oluyordu.
Futbol topuyla sadece bildiğimiz futbol maçı yapılmazdı. Limon oyunu, alman kale, japon kale, tenekeli kukul denilen oyunlar da topla oynanırdı. Limon oyunu yere her oyuncunun kendisine ait yaklaşık bir metre çapında bir daire çizmesi ile başlardı. Daireler kişi sayısından bir eksik olarak yapılır, o bir kişi kura ile ortada ebe olarak kalırdı. Ortada bulunan kişi eliyle topu dairesini savunanın alanına atmaya çalışırdı. Eğer top ayak ve gövdeyle savuşturulamadan daire içerisine düşerse o daire sahibi ortaya çıkardı. Eliyle dairenin içerisine topu atmaya çalışan, savunmacının genelde ayakla uzaklaştırdığı topu gidip almak ve aynı işleme devam etmek zorundaydı. Dolayısıyla bu oyun ortada olan kişi açısından oldukça yorucu olabilmekteydi. Bu oyun sopalarla da oynanmaktaydı. Ortada bulunan kişi yaklaşık 20 santimlik odun parçasını, alanını bir sopayla savunanın alanına düşürmeye çalışırdı. O sırada savunmacı sopayla alanını korumaya çalışır ve atılan odun parçasını uzaklara fırlatabilirdi. Ebe olan odun parçasını alıp gelene kadar diğer oyuncular onun dairesinde ellerindeki çubuklarla oyuk, çukur açmaya çalışır ve ebe geldiğinde hemen alanlarını savunmaya geçerlerdi. Kimin alanı en çok kazılmış, oyulmuşsa oyunu kaybeden de o olurdu. Bu kazma fiilinden dolayı çimenlere zarar verildiğinden yetişkinler çocuklara kızar, onları azarlardı.
Yine tenekeli kukul denilen ve saklambaç şeklinde oynanan oyun da topla oynanırdı. Meskûn alanda oynanan bu oyunda ebe olan kişi orta alana topu koyar, diğer arkadaşlarının saklanması için belli bir sayıya kadar yüksek sesle sayardı. Ebe saklananları bulmaya çalışırken saklananlar fırsatını bulup topa hızlıca vurur ve alandan uzaklaştırırlardı. Ebe topu gidip alarak tekrar aynı işlemi yapmak zorundaydı.
Bir diğeri japon kale denilen futbol oyunuydu. Bu oyun herkesin bir, bir buçuk metre genişliğinde kendisine taşlardan yaptığı kalelerle hazırlanırdı. Oyun alanı genelde meskûn ve dar bir alan seçilerek daire ya da kare olarak düzenlenirdi. Her şey hazırlandıktan sonra herkes hem kendi kalesini savunmaya hem de diğer arkadaşlarına gol atmaya çalışırdı.
Alman kalesi denilen oyun genelde iki kişi ile oynanırdı. Her iki tarafta ikişer kişiyle de oynanabilirdi. İki kale esasına göre hazırlanan mesafe oyun alanını belirlerdi. Her iki tarafta standart ebatta kaleler yapılır ve herkes ya da taraf topa her defasında tek vuruş yaparak karşı tarafa gol atmaya çalışırdı. Kale müdafaası, çarpma da dahil olmak üzere topa tek sefer vurulur ve kesinlikle elle müdahale edilmezdi.
Çelik çomak oyunu da yaygın oyunlardandı. İki kişi ile oynan oyun 2,3 cm çapında bir kazık, birer sopa ve 15,20 cm uzunluğunda bir kısa odun parçasıyla hazırlanırdı. Taraflardan birisi ilk vuruşu yapmak üzere yere dikilecek olan kazık başında, diğeri yapılacak vuruşu elindeki sopayla karşılamak üzere uygun mesafeye açılarak beklerdi. İlk vuruşu yapacak olan kişi yere dikilmiş olan kazığın üzerine yerleştirdiği yaklaşık 20 santimlik odun parçasına aşağıdan yukarıya doğru hızlıca vurarak odun parçasını, karşılayıcının erişemeyeceği uzaklığa atmaya çalışır. Karşılayıcı atılan odun parçasına elindeki sopayla vurmaya, gerekirse ona elindeki sopayı fırlatmak suretiyle bir şekilde değdirmeye çalışır. Değdirdiği taktirde atan ile yerleri değişir. Aksi halde karşılayıcı kısa odun parçasını eliyle fırlatarak atıcının savunmasında olan kazığa değdirmeye çalışır. Karşılayıcı eğer odun parçasını direğe değdirmişse yine yerler değişir. O sırada kazık başındaki kişi kazığı müdafaa eder, denk getirebilmesi durumunda sopayla atılan parçaya tekrar vurarak parçayı uzaklaştırırdı. Karşılayıcının attığı odun parçası kazığa temas etmemiş ya da kazık başındaki savunmacı herhangi bir temasta bulunmamışsa tekrar ilk vuruş pozisyonuna geçilir.
Tombalaya 8-10 adet, yaklaşık bir el büyüklüğünde düzgün taş parçalarının üst üste dizilmesiyle başlanır. Bir kişi ebe seçilerek taşların başında bekler. Diğer oyuncular 5, altı metre mesafeden bir kara lastikle tombalaya atış yaparak onu yıkmaya çalışır. Tombala yıkıldığı taktirde ebe, elindeki lastiği fırlatmak suretiyle belli bir mesafeye kadar uzaklaşan oyunculara vurmaya çalışır. Vurduğu kişi ebe olur. Vuramadığı taktirde atmış olduğu lastiği almak üzere koşar o sıra diğer oyuncular da hızlıca dağılan taşları tekrar dizmeye çalışır. Ebe tombalanın başına gelene kadar dizme işlemi bitmişse “tombala” olur ve oyun yeniden başlar. Eğer dizme işlemi başarılı olamadıysa tombala başına gelen ebe elindeki lastikle tekrar herhangi bir oyuncuya lastiği fırlatarak vurmaya çalışır, vurduğu kişi ebe olurdu. Bu döngü içerisinde oyun devam eder.
Göl ziyafeti. Sıcak yayla havalarında serinlenmek, çiseli havalarda gölün etrafında daha öncesinden yapılan küçük taş evlerde odun ve tezek yakıp, eğlenmek amacıyla zaman geçirilirdi. Gölde eğlenmek en önemli aktivitelerden olduğuna göre göl yapım işi de çocukların en ciddi işlerindendi. Ayrıca cami eğitiminden kaçışın da en güçlü gerekçelerindendi. Yayla etrafında bulunan ve ufak su debisine sahip ırmağa giden çocuklar alelade bir araçla yerden özenle kestikleri çim (kuhs) parçalarını bir kalıp şeklinde çıkararak bir ırgat havası içerisinde suyun önüne yerleştirirdi. Yer yer arkası büyük taş parçalarıyla desteklenen çim, zamanla suyu tutmaya başlar ve yüzmeye hazır hale gelirdi. Aslında serinlenmek için yapılan ancak pek de derin olmayan, bel hizasını çok da geçmeyen su birikintisi serinlenmekten ziyade üşümeye sebep olabilecek soğuklukta olurdu. Ayrıca kuvvetli bir akıntı olmadığından bulanıklığı giderip kendi kendini temizleyecek yeterlilikte de olmazdı. Gölün bir kaçış alanı olduğunu özellikle camiye gitmeyenlerin ve ev işlerinden kaytaranların bir toplanma yeri olduğunu belirtmiştik. Akşam eve gelen çocuklara sorulduğunda cevap, “gölde değildik” olsa da bulanık suda yüzen çocukların kızaran gözlerinden nerede oldukları hal diliyle belli ederdi.
Kibrit oyunu, sisli ve yağmurlu havalarda ev içerisinde oynanan oyunların vazgeçilmezlerindendi. En az iki kişiyle oynanan oyun, daire biçimindeki ahşap sofranın yere konulması bir büyük çay bardağının sofranın tam ortasına yerleştirilmesi ve bir kibrit kutusuyla hazır hale gelmiş olurdu. Oyuncular her atışlarında sofranın kenarına yan ya dik olarak yerleştirilen ve parmak yardımıyla vuruş yapılan kibrit kutusunu bardağın içerisine atmaya çalışırlardı. Eğer tam isabetle kibrit bardağın içine yerleştirilirse 50 puan, şayet kibrit bardağın üzerinde yan ya da dik yerleşirse 25 puan alınırdı. Eğer atış sırasında kibrit kutusu sofradan düşerse alınan tüm puanlar sıfırlanır.
Çocukların toprakla uğraşları güneşli güzel havaların rutinlerindendi. Yaylaların belli yerlerinde bulunan ve normal toprağa göre yapışkan özelliği çok daha fazla olan kırmızı renkli toprak bu uğraşın ham maddesiydi. Çalimp olarak da tanımlanan bu toprakla saatlerce uğraşılır değişik oyuncaklar yapılır ve güneşte kurutulurdu. Toprağın araziden çıkarılışı sırasında meyilli toprak zeminden varsa bir tahta yardımıyla yoksa lastik ayakkabı üzerinde kayılarak başka bir aktivite daha gerçekleştirilmiş olurdu.
Yaylanın çocukluklar için en popüler uğraşlarından hatta olmazsa olmazlarından birisi çim kayağı ile binek araba kayaklarıydı. Yayla yerleşkesinin muhtelif eğimine sahip arazilerinde bu aktivitelerin izlerini görmek mümkündü. Çim kayağı her çocuğun rahatlıkla yapabileceği, fazla bir araç gereç ihtiyacı olmayan bir faaliyetti. Bunu yapabilmek için öncelikli olarak bir hartoma (tahta) parçasına sahip olmak yeterliydi. Hartoma, gürgen ağacından yapılan yaklaşık bir metre uzunluğu, bir iki santim kalınlığı, ağacın kalitesine göre 25, 30 santim genişliğinde yapılan çatı örtü malzemesiydi. Çocuklar çim kayaklarını bu malzemenin çatıda kullanılamayan parçalarından yaparlardı. Ebatları çocuklar için çok fark etmemekle beraber onlar için en önemli unsur uzunluk ve genişliğinin kaymak için yeterli olmasıydı. Bazıları da normal tahtalarla kayak yapabilmekteydiler. Çocukların birçoğu tahtanın kayma özelliğini arttırmak için tahtanın altına evden aşırdıkları tereyağını bazılarına inek gübresini sürmek suretiyle birtakım hazırlıklar yapardı. Kayak tahtaları yokuşun başına konur üzerine de bir ya da iki kişi biner ve yokuş aşağı kayılırdı. Tahtanın çimlere takılarak kişilerden geride kaldığı, kişilerin de çim üzerinde biraz gittikten sonra durdukları durumlar bu işin doğası gibiydi. Kayak işi tamamlandıktan sonra yukarı çıkarken tahtalar sırtlanır ve tekrar yukarı çıkılırdı. İnek çobanlarının çimeni tahrip ettiklerinden dolayı bir dedektif gibi takip ettikleri çocuk gruplarından birisi de bunlardı. Bunlar çobanlar tarafından görüldüğü anda derhal azarlanır peşlerinden koşulup yetişildiği taktirde tahtalarına geri verilmemek üzere el konulurdu. Bundan dolayı çocuklar mümkün mertebe yerleşim yerleri dışına da çıkarak bu tedipten sıyrılmaya çalışırlardı. Bununla beraber normal çimene göre daha sert ve daha kaygan olan “kumuş” denilen çim yerlerini bulmak için de biraz uzaklaşmak daha faydalı olabilmekteydi. Kayak yapılan yeri, çimenin topraklaşmasından anlayabileceğiniz gibi kayak yapanları da pantolonlarının arka kısmındaki çift taraflı irice deliklerden tespit edebilirdiniz. Ya da eğer bir çocuğun pantolonunun arka kısmında çift göz bir yama varsa bu çim kayağının bir neticesiydi. Bir diğer kayak türü binek araba ile yapılmaktaydı. Bu araçlar çocukları eğlendiren en keyifli ve diğer bir oyunlarda olduğu gibi toplu olarak tadı çıkarılan faaliyetlerdendi. Bu araçlar bir ağaç kütüğünden ya da bir tahtadan kesilen dört tekerleğin bir mazı ile bir tahtaya tutturulmasıyla vücuda getirilir. Aracın taşıyıcı tahtasının ön kısmı üçgen şeklinde kesilir ortasından tek bir çiviyle ön mazıya sağa sola döndürülecek şekilde çakılırdı. Sonra ön mazının sağ ve solundan çakılan iki çita çapraz bir şekilde bağlanır ve direksiyon vazifesi görürdü. Kaymadaki etkiyi arttırmak için ise tekerlek ve mazı yağlanırdı. Bilyesiz araçların en büyük dezavantajı sürtünmeye dayalı aşınma ve bunun neticesinde mazı kırılmalarıydı. Ayrıca özellikle çam ağacı kütüklerinden kesilerek yapılan tekerleklerin de erken bir şekilde çatlayarak kırılması kaçınılmaz bir durumdu. Budan dolayı çocukların sık sık mazi ve tekerlek tamir ettikleri veya tamir eden büyüklerinden yardım aldıkları vakayı adiyendendi. Biraz elit ve bilye edinme fırsatı olanlar bilyelerini, yüzeylerini oydukları tekerleklerin içerisine yerleştirilerek bir yarış durumunda rakiplerine fark atabilmekteydiler. Bu araçlar çok da düzgün olmayan stabilize araba yollarında binilmekle beraber elbette tercih edilen çim üzerinden kaymaktı. Fakat çim üzerinde kaymanın hayvanların otlak alanlarına zarar vermesi gibi bir neticesi olduğundan inek çobanlarının zaman zaman hışmına uğranabilirdi. Çocuklar bu aktivitelerinden dolayı sadece çobanların değil büyüklerinin de azarına maruz kalabilmekteydiler. Çünkü çocukların en çok tercih ettikleri bu eğlenceden dolayı ev işeri sık sık aksamakta, mazı ve tekerlek tamiri nedeniyle evin önündeki odunlar gün geçtikçe azalmaktaydı.
Bir de şu an 50 yaş üzeri olanların oynadıkları ve Ziğoyir denilen bir oyun biçimi vardı. Bu oyun denge çember dönüşü olarak da tanımlanabilir. Ziğoyir, burmak (zuğlis), döndürmek anlamına gelen bir terimdir. Bu oyun temelde iki kişi olmak üzere birkaç kişiyle oynanabilir. Oyun için ilk olarak yaklaşık bir, bir buçuk metre uzunluğunda, 10cm çapında bir kazık yere çakılarak hazırlığa başlanır. Onun üzerine, yaklaşık 6 metre uzunluğunda, 15 cm çapında sağlam bir odun (omar) yerleştirilir. Kazığın üzerine oyularak oturtulan bu odun tam dengeye gelecek şekilde değil de bir tarafı 2 diğer tarafı 4 metre olacak şekilde yerleştirilirdi. Dönmeyi kolaylaştırması için yine tereyağından faydalanılırdı. Sonra oyuncular bu uzun odunun her iki tarafından karınları üzerinde ya da kollarıyla odunun ucuna yüklenerek belirledikleri bir yönde, etraflarında 360 dereceyle dönerlerdi.
Seyir denilen horonlu eğlence yaş sınırlaması olan bir faaliyetti. Çoğunlukla geceleri tertip edilirdi. Bu eğlence kararlaştırıldığında katılım için mazeret söz konusu olamazdı. Kızlar gündüz hangi işi yapmış, ne kadar yorgun olurlarsa olsunlar bu çağrıya katılmak durumundaydılar. Mazeret belirtmeleri durumunda ısrarlı bir şekilde davet edilirler ya da ilerleyen zamanlar için seyirlere ya da diğer eğlencelere katılamamakla tehdit edilirlerdi. Eğlence davetine katılmayan kızların başka bir niyetleri, mesela erkek arkadaşlarıyla buluşmak gibi, varsa o da göz önünde bulundurulur ve seyir reisi tarafından evi o gece kontrol ettirilirdi. Eğer gözlem doğrulanırsa kıza seyirlere belli bir süre katılmama cezası erkeğe de reis ve ekibinin kararlaştıracağı bir ceza verilirdi. Erkeğe verilen ceza genelde bu kişinin ilk görüldüğü yerde yakalanarak tüm kıyafetleriyle beraber, yaka paça bir pozisyonda, açık alandaki soğuk inek yalağına atılması şeklinde gerçekleştirilirdi. Bu cezanın tehiri olmazdı. Hava şartları ve saat ne olursa olsun cezalandırılacak olan kişi kolundan, ayağından hızlıca tutulur ve birkaç kez soğuk inek yalağına, lubaya sokulup çıkarılırdı. Bu cezalandırma biçimi gençler arasında diğer sosyal ilişkileri için de uygulanan en yaygın cezalardandı. Seyir, her akşam olmasa da sıklıkla düzenlenirdi. İlk olarak seyirin yapılacağı mekânı belirlemek lazımdı. Bunun için gönüllü birisi varsa onun evi yoksa -ki genel olarak olmazdı- ıssız bir yayla evi zorla açılır ve eğlence mekânı haline getirilirdi. Akabinde seyir için emretme yetkisine haiz bir reis, önder olarak belirlenirdi. Seyir reisi, erkeklerden kurduğu ekiple ve onların eşliğinde yaylada bulunan kızları evlerinden seyir evine getirtirdi. Kızların evlerinde gelmelerine mâni olabilecek ebeveynler olduğu taktirde kız onların yatmalarını bekler sonrasında gizlice seyir evine revan olurdu. Yayla yerleşkesine elektrik gelene kadar şişeli ya da şişesiz gaz lambası, şayet bir yerden bulunabilmişse, lüks ışığında seyir ortamı aydınlatılırdı. Eğlence şartları tamamlandıktan sonra seyirin reisi ilk olarak erkekleri kendi tercihine göre sırayla oyun alanına davet eder. Sonra kızlar yine reisin inisiyatifine göre önce isimleri sonra hangi erkeğin eline girecekse onun sırası yüksek sesle söylenerek horon alayı oluşturulurdu. Saz, kemençe ya da kaval bunlar yoksa ağızı horon kaydesine yatkın birisinin ağız kaydesi eşliğinde atlama sallama türü halk oyunları oynanırdı. Yukarıda bahsettiğimiz gibi bu ortamları çocukların girmesi yasaktı. Bunun bir istisnası vardı o da ablaları seyirde bulunanlara yönelikti. Ablası olanlar bu ortama girebilirdi. Seyire alınmayan çocuklar seyir evinin çevresinden ayrılmaz, belki insafa gelinir ve seyire çağrılır diye seyir evinin etrafında dolanır dururlardı. Bazen de içeri alınmadıklarından seyir evinin köşe ve çatılarını taş yağmuruna tutarlardı. Bundan dolayı ahşap yapılı evlerin köşesinde asılı duran gaz lambasının devrilme hadiseleri yaşanabilmekteydi. Bunu yapan çocuklar yakalandığında ise bedeli ağır olurdu. Gece geç saatlere kadar eğlenildikten sonra kızları evlerinden alan erkekler tekrar kızları evlerine bırakır ve böylece gün sonlamış olurdu.
Yukarıda bahsedilen birçok iş ve sosyal faaliyet, gençlerinin gerek bedensel ve gerekse ruhsal gelişimlerine ciddi katkılar sağladı. Edinilmiş olan bu tecrübe bu insanların ilerleyen yaşamlarındaki hem iş deneyimlerine ve hem de ruh olgunluklarına eş zamanlı bir disiplin kazandırmış oldu. Ayrıca bu yaşam tarzı, gençlerin sağlam karakterli olmalarını, hayatı yaşamasını ve okumasını bilen insanlar olmalarına katkı sunmuş oldu. Yeri geldiğinde eğlenmesi vakti geldiğinde de iş yapılması gerektiğini erken yaşlarda öğrenerek bunu bir yaşam felsefesi haline getirmelerinin zemini oluşturuldu. İş yapmak gençlere sorumluk alma bilincini kazandırarak iş ve el becerilerinin açığa çıkmasını sağladı. Bu durum ayrıca kişilerin benlik gelişimine katkı sağlayarak kendi ayakları üzerinde durabilmenin adeta provasını yaptırmış oldu. Bununla beraber bu gençler ilerleyen dönemlerde değişik meslek sahibi olmuş olanlar bile bu vesileyle iş disiplini kazanmış oldular. Hayatı tüm evrelerinde kıt imkanlarla yaşayan zamanın gençleri ilerleyen yaşamlarında varlığın ve zenginliğin kıymetini bilerek tasarruf etmesini ve ülke ekonomisine katkı sağlamasını da öğrenmiş oldular. Çaykaralıların birbirlerini özellikle eğitim konusunda desteklemelerinin temeline bu yaşam felsefesini koymazsanız bunu anlayamazsınız. O zaman dışardan bakıldığında “Çaykaralılar birbirlerini tutar” olur. Bu destek finansörlerinin kökenini kurcaladığınızda ekseriyetinin zamanında o coğrafyada yaşayanlar olduğu göreceksinizdir. Bu bakış açısıyla hareket eden bu lokomotif nesil bu zaviyeden sonraki nesillerin de bu eksende bir yaşam felsefesi geliştirmelerini sağlamış oldu. Dönemin kısıtlı şartlarının insanları eşitlediği o dönemleri geride bırakan ve mevcut yaşamlarında önemli makam ve mevkilere gelen insanların o günlerden heyecanla bahsetmeleri ayrıca irdelenmesi gereken çok önemli bir konu olsa gerektir.
Gerçekleştirilen tüm aktiviteler gençlere hayatın her evresinde kuralların olduğunu erken yaşlarda kavratmış oldu. Gençler tüm ortak işlerde veya oyunlarda yardımlaşmanın önemini yaşayarak öğrenmişlerdi. Örneğin bir odun ya da gübre taşıma ırgatı bu katkıyı sunduğu gibi bir tombala oyununda ebenin gelme vaktine kadar taşların diğer oyuncalar tarafından beraberce dizilmeye çalışılması da bu zaviyedendi. Bunun yanında bireysel olarak yapılan faaliyetlerde örneğin bir çelik çomak oyununda kişinin kendi yeteneğinin diğer bir kişiyle pek alakası olmazdı. Başka bir ifadeyle oynanan oyunlarda bile kişisel sorumluluk ve beceri gerektiren haller karakter gelişimine katkı sağlamış oldu. Dönemin şartlarında insanlar sürekli bir işle meşgul oldukları için mental olarak daha dinç ve üretken olmaktaydılar. Çevrenin ve yaşam koşullarının sınırlarını zorlayan eğlence türleri mevcut statükoya takıldığında bile kişinin kendisini meşru dairede nasıl savunması gerektiğinin öz bilinci de gelişmiş oluyordu. Örneğin çimlere zarar veren bir genç yeri geldiğinde sığır çobanlarına karşı kendisini nasıl savunacağını nasıl bir tedbir alacağını yaşayarak öğrenmiş oluyordu. Bazen kaçarak bazen aynı yeri ısrarla kullanmaya devam ederek bazen da kayak yerini değiştirerek problemlere karşı alternatif çözüm geliştirme tekniklerini hayata geçirmiş olmaktaydı. Aslında bir nevi tüm ilişkiler yeni bir takım dengelerin ortaya çıkmasını sağlayarak kendi içerisinde otokontrol sisteminin yerleşmesine ortam hazırlamış olmaktaydı. Zaten “medeniyet” demek bu tür ilişkilerin sonundaki ortak sözleşmenin ürünü değil mi? Bunun yanında dönemin gençleri kısıtlı imkânlarla nasıl eğlenmeleri gerektiğini, imkânları değerlendirerek başka neler yapabileceklerinin alternatifini geliştirmeyi yine o yaşam tarzından öğrenmiş oldular. Kullanılmayan bir tahta parçasıyla kayak yapmayı, enstrümanın olmadığı yerde ağızla kayde çalarak horan oynamayı o kısıtlı imkânlar ortaya çıkarmıştı. Bir şeye tam manasıyla erişemeyince onu terk etmektense var olanlarla, olanakları fırsata dönüştürüp ortamın hakkını vermeyi öğrenmiş oldular. Tüm bu uğraşların doğal ortam içerisinde, yaparak, yaşayarak ve doğal araç gereçlere temasla gerçekleşmesi gençlerin enerjilerini atmaya katkı sağladı. Bu durum insanların ruhsal dinginliğine vesile olarak yaşama başka bir derinlik kazandırmalarını sağlamış oldu. Dolayısıyla gençler beden ve ruh sağlığını bir bütünlük içerisinde koruyarak geleceğe sağlam bir basamak daha eklemiş oldular.
Kültür, bir milletin en önemli varlık göstergesi ve tarihi yansımasının en somut yankısıdır. Kültürü korumanın en kestirme yolu onun devamlılığını sağlamakla mümkündür. Kültürün devamlılığını sağlamak ise onu benimsemek ve içselleştirmekten geçer. Onu benimseyen nesiller bir millet olmanın hazzı ve sorumluluğuyla kendi öz benliklerini korumuş olurlar. Kendi öz bilinçleri aynı zamanda ait olduğu milletin öz benliğiyle imtizaç etmiş olur. Kendi nefsinde milletini, milletinin şahsında kendisini bulmuş olur. Bu şekilde milletler arenasında milletinin varlık mücadelesinin bir neferi olmanın hazzını yaşar. Bu zaviyeden yaklaştığımızda yukarıda bahsetmiş olduğumuz tüm yaşantılar, yaş grupları arasındaki bağları güçlendirerek, bu olguların nesilden nesile aktarılmasını sağlayarak, yerelden ulusala doğru güçlü bir kültür bilinci oluşturmuş oldu. Bu yaşantılar artık satırlar arasında yaşayacak olsa da bu bilincin güçlü ve canlı tutulması dileğiyle..