Çaykara dar ve dağlık arazisiyle, insanların çok yakın zamanlara kadar kıt kanaat geçinebildikleri zor bir coğrafyanın adıdır. Gökyüzüne doğru yükselen engebeli arazisinde temelde hayvancılık ve coğrafyanın elverdiği ölçüde tarım yapılan, Trabzon’un iç kısımlarında saklanmış ilçelerden birisidir. Derdi maişet için dar ve oldukça eğimli olan bu arazide gerçekleştirilen tarımdan mısır, fasulye ve patates yetiştirilerek, hayvansal üretimle beraber bir yılın yiyecek ihtiyacı karşılanmaya çalışırdı. İnsanlar fasulyeden turşusunu kuru fasulyesini, mısırından ununu ve hayvanlarının besinlerini ambarlayarak, kısmen de olsa geçimini sağlamaya çalışmaktaydılar. Dar olduğu kadar sık ve gür ormanlık alanlara sahip olan bu coğrafya ayı ve domuz gibi yabani ve ekinlere muzır hayvanlar için de önemli bir barınak ve saklanma özelliği ortaya koymaktaydı. İlkbaharda tarlasını ekine hazırlayan ve vakti gelince tohumunu eken insanlar, bu andan itibaren tarlalarını bu hayvanların zararlı saldırılarına karşı korumak zorundaydılar. Özellikle ekinlerin olgunlaşmaya başladığı ağustos ayının yirmisinden itibaren, hasat zamanı olan eylül ayı sonlarına kadar ekinlerini yerinde beklemek durumundaydılar. Tarlası su kaynaklarına yakın olanlar suyun enerjisinden yaralanarak orada kurdukları birtakım düzeneklerle kimisi, evinin önünden tenekelere vurarak, kimisi, tarlasının başına yerleştirdiği ve iple çekilen kolon sesiyle, kimisi de özellikle bozuk havalarda tarla başlarında yaktığı ateşle bu yabani hayvanları ekinlerden uzak tutmaya çalışmaktaydılar. Bunlar içerisinde birisi var ki onun müstakil bir şekilde ele alınması nice insanın hatırasını tazelemek ve o nostajik havayı tekrar akıllara, duygulara taşımak manasına gelecektir. Bu, Çaykara’nın birçok köyünde bahsi geçen zaman dilimleri içerisinde tarla başı veya diplerinde derme çatma kulübeciklerde, tüm gece kalınarak gerçekleştirilen bir tarla bekleme geleneğidir. Eminim ki çocukluk dönemlerinde buralarda kalan herkesin, korku ve neşe arasında yoğrulmuş duygularla nice hatıraları vardır.
Kalif (kelif), Çaykara yöresinde oyun, oyuncak manasına geldiği gibi bu anlamla bağlantılı, alelade yapılmış küçük barınak olarak da kullanılır. Bu yazıya konu olan kalif, tarlaları beklemek amaçlı, yerden 20-30 santim yüksekte üç tarafı tahtalarla alelade çevrelenmiş, seyrek aralıklarla çakılmış bir döşemesi olan üzeri yağmur geçirmeyecek biçimde kapatılmış bir barınaktır. Sadece ekinlerin olgunlaşmaya başladığı dönemlerde kullanılan bu barakalar, diğer zamanlarda atıl olarak bir sonraki sezonu beklerdi. Kullanıldıkları dönemlerde ihtiyaç durumuna göre üstün körü elden geçirilen bu yapılar, genelde birçok tarla sahibinin eşit zamanlara bölünmüş nöbet sıralarına göre geceledikleri yerlerdi. Bu yazımızda bu barakalarda geçen bir gecenin serancamesini ele alıp, yaşayanlar için hafıza tazelemek, yaşamayanlar için ise bu da var mıydı? Dedirtmek istedik.
Kalifa (kulübeye) doğru yolculuk, genelde yatsı vaktinde kılınan namazdan hemen sonra başlardı. Akşamdan bu saate kadar yolda kullanılacak olan gazlı el fenerinin gaz yağı, kulübede yakılacak tutuşturmalık çıra, odun hazırlanır, havanın durumuna göre kıyafetler ayarlanır ve gitme zamanı beklenirdi. Vakti gelince evden ayrılan tarla bekçileri genelde orman içerisinden dar patika yollarından geçerek gittiklerinden yabani hayvanlarla karşılaşma ihtimaline karşı, haylayarak, bağıra çağıra ilk adımlarını patika yoluna atarlardı. Bir ya da iki kişinin olabildiği bu bekçiler ellerinde dört tarafı camla çevrelenmiş üst tarafından halka şeklinde tutma yeri olan 10’a 20 santim ebatlarında içerisinde küçük bir lambası olan fenerle yolculuklarına başlarlardı. En ufak bir rüzgar esintisinde sönme ihtimali oldukça yüksek olan bu fenerlerin yanında ihtiyaç halinde kullanılacak olan pilli el fenerleri görüş alanı biraz daha derinleştirebilmekteydi. Hava şartlarına göre kalife ulaşmanın korku düzeyi değişmekle beraber, gazlı fenerden çıkacak olan is kokusunun hayvanları korkutacağı da ümit edilirdi. Dar patika yollarından her iki tarafa sarkmış otlar arasından ancak bir metre önünü ve arkasını soluk, titrek sarı ışığıyla aydınlatabilen bu fenerler insan boy ve adımlarının gölgelerini etrafa yansıtarak ayrı bir giz oluştururdu. Korku ve heyecanla yolu arşınlarken nereden, nasıl bir varlığın çıkacağı belli değilken kendi gölgesinden bile ürken insanlar bir an evvel kalife ulaşmak için can atardı. Yağmurlu havalarda otlardan sırılsıklam olan ve sisten ancak kendi önünü görebilen bekçi adayları ağaçlardan gelen yağmur sesinin acaba yabani hayvanlara mı yoksa yağmur damlalarına mı ait olup olmadığı ayırt edemeden korku ve tereddüt içerisinde tüm seslere bir anlam vermeye çalışırdı. Öyle ki korkudan ıslık çalmaya haylamaya bile cesaret edilemezdi. Yolculuk sırasında lastik ayakkabıların topuk kısmından gelen gıcırtı sesiyle, kurumuş yaprakların hışırtıları, etraftan gelebilecek belirsiz korku kaynaklı seslere paravan olsa da zihinlerde her an bir yabani hayvanla karşılaşma endişesi yer alırdı. Bazı gecelerde, karanlığının getirdiği sessizliğin esrarengiz korkusunu, köyün diğer mahallerindeki haylama sesleri, canlılığın bir emaresi olarak örter, cesaret ve motivasyon sağlardı. Köyün karşı taraflarından yükselen bu haylama seslerine karşılık, herkesin konumuna göre cevap vermesi, kader birliğinin bir tezahürü olsa gerekti. Gece boyu adeta karşılıklı atışmaya dönüşen bu bağrışmalar, ertesi günkü sohbetlerin de konusu olurdu. Zira gecenin bir vakti bağrışmalar cevap bulmazsa ertesi günkü konu, “gece tarlayı beklemeye değil de uyumaya gidildiğinin” mizahı haline gelirdi. Gidiş yolu tamamlanıp kulübeye ulaşıldığında korkular da yerini güven ve rahatlığa devrederdi. Kalife daima açık olan yüksekçe ön tarafından girildikten sonra bir gün öncesinden üzerine yatılmış olup toparlanan, keçe veya yama parçalarından bütünleştirilen midilli oldukça aralıklı olan döşemenin üzerine tekrar serilerek uzanmaya hazır hale getirilirdi. Kalifin ön tarafında toprak ve taşlardan oluşturulan ateş yakma yeri üzerine konulan kalınca odunların uç tarafları çatılarak, ince çalılarla tutuşturulurdu. Ateş, hem ısınma hem de yabani hayvanları etraftan uzak tutmak amacıyla her gece yakılırdı. Ateşin ilk etapta çıkarmış olduğu güçlü ışık, gazyağı lambasının ışığını yutar ayrıca yüreklerin cesaret kaynağı haline gelirdi. Bunun yanında yanan ateş köyün karşı taraflarından görünür, uzak mesafeleri yakınlaştıran bir canlılık emaresi olurdu. Oluşacak olan közde tarladan bir/iki mısır koparıp közlemeği nefis arzu etse de hem mahsulatı bitirmemek hem de çıkacak koku ile yabani hayvanları cezbetmemek açısından bu durum tercih edilmezdi. Gecenin ilerleyen saatlerinde canlılığını yitiren ateş, sadece kalın odunların çıkardığı is kokusu ve dumanıyla etrafa adeta insanların yorgunluk ve durgunluğunu da yansıtır bir hal arz ederdi. Tüm gece burada elindeki odunla tenekelere vurup, bazen de haylayarak ses çıkaran insanlar gece boyu yarı uyku halinde bu eylemlerine sabah ezanına kadar devam ederlerdi. Tabi tamamıyla uykuya dalıp sabah ezanıyla uyanmalar da işin doğası gereği yaşanabilmekteydi. Baraka döşemesinin üzerine serilen keçe, insanların konforlarına pek bir katkı sağlamazdı. Döşemenin altından gelen serinliği iliklerine kadar hisseden bekçiler, buna rağmen sarıldıkları battaniyeler içerisinde, ateş közünün solmuş ısısı ile tatlı tatlı uykuya dalarak kendilerinden geçebilmekteydiler. Bu durumda, yabani hayvanların tarlaya girmemiş olması, temennilerle beraber dualara havale edilirdi. Geceyi bu şekilde geçiren tarla bekçileri sabah ezanıyla toparlanarak akşam geldikleri güzergâhı tekrar takip ederek yola revan olurdu. Yarı uyku halinde nasıl yüründüğü, nereye basıldığı belli olmayan bu yollar, akşam yolculuğuna göre sanki daha kısa sürerdi. Loş fener ışığı altında ancak güne yakın olunmasının verdiği rahatlık ve yabani hayvan korkusundan daha emin bir halde evlere ulaşılırdı. Evlerine vasıl olan insanlar bir iki saat dinlendikten sonra yine kendilerini bekleyen gündelik işlerinin başında hayat meşgalesine dalmış olurlardı.
Çaykara’da yaşayan insanlar yıllarca kendilerine yetip yetmeyeceği belli olmayan tarla mahsulatını yabani hayvanlara karşı korumak için her sene bu işlemi tekrarlamak durumundaydılar. Şimdilerde sadece 50-60 yaş civarı insanların hatırladığı ve bazılarının yaşadığı bu döngü yakın bir gelecekte yaşanılıp yaşanmadığı bile bilinmeyen bir meçhul olarak tarihteki yerini alacaktır. Bunun gibi nice yaşantılar ve köy kültürünün parçası olan diğer yaşam biçimleri, taşrada yaşayan insanların elinde olanı koruma, onun kıymetini bilme ve ona sahip çıkmasının bir davranış kalıbına dönüşmesini sağlamıştı. İçerisinde bulunduğumuz zaman diliminde yeni nesillerden beklediğimiz birçok davranış ve değerin bir karakter haline gelmemesi bu tür yaşantıların onların hayatlarında yer almamasıyla alakalı olsa gerek. Elyevm yaşadığımız bu modern zamanda, mazinin mezkür ve zor yaşam şartlarını yeni nesle tekrardan yaşatmak mümkün değildir. Ancak onların karakterini olgunlaştırıp, oturtacak olan yaparak, yaşayarak edinecekleri farklı yaşam tecrübeleri edindirmek gerekmektedir. Bu şekilde, sahip olduklarının kıymetini bilen ve mensubu oldukları topluma aidiyet hisseden fertler olmalarına katkı sağlamış oluruz.