Elektrik, insanoğlunun aydınlatmadan başlayıp ısınmaya, yiyecek depolamaya, soğutmaya, enerji üretmeye varıncaya kadar birçok alanda kullanılan en önemli enerji kaynaklarındandır. Aslında tabiatın var oluşundan itibaren bir şekilde varlık âlemi içerisinde yer alan bu enerji türü insanlar tarafından çok eski tarihlerden itibaren fark edilmişti. Bu durum şimşek çakmasından, yılan balıklarının çarpma etkisine, birtakım eşyaların sürtünmesiyle oluşan çekim gücüne bir şekilde kendisini belli etmişti. 19. Yy’da elektrikle ilgili bilimsel çalışmalar yapılıp, elektrik enerjisinin ampulde kullanılmasıyla (1879) aydınlatma sektöründe, sanayide ve insanların gündelik yaşamında önemli bir devrim gerçekleşmiş oldu.
Elektriğin ampulle buluşturulmasından önce insanlar özellikle aydınlanma konusunda ateş, hayvansal ve bitkisel yağlardan, çıra ve mum gibi malzemelerden faydalanmaktaydılar. 18. Yüzyıldan itibaren petrolün işlenip kullanılmaya başlanmasıyla aydınlatmada da gazyağından faydalanılmıştır. Bahse konu olacak olan Çaykara’nın köylerine elektriğin geliş tarihi olan 1986’ya kadar ve bu tarihten sonra mezra ve yaylalarda uzun süre daha gaz lambaları kullanılmıştır. Gaz lambaları küçük orta ve şişeli olmak üzere üç tür olarak kullanılmıştı. Küçük olanlar dört tarafı camlı yaklaşık, ona yirmi ebatlarında üst tarafından tutma aparatı olan el fenerleriydi. Bunların iç kısmında yedi, sekiz santim genişliğinde bir iki santim yüksekliğinde kare ya da koni şeklinde bir lambası olurdu (Resim 1). Bu tür lambalar genelde ev dışında aydınlatma amacıyla kullanılmaktaydı. Eğer ev içinde kullanılacaksa ışığından daha fazla istifade etmek amacıyla fenerinden çıkarılarak kullanılırdı. Orta boy olanlar fıskiye lambası olarak isimlendirilmişti. Genelde silindir veya koni biçiminde olan bu lambaların arka kısmında duvara asılması amacıyla tenekeden yapılma, beşe on santim ebadında delikli bir tutturma kısmı bulunurdu (Resim 2). Bunlar genelde ev içi aydınlatma için duvara montajlı olan küçük bir raf üzerine ya da çiviye takılarak kullanılırdı. Bu ikisinin haricinde bunlara göre daha lüks kabul edilen ve etrafında camdan fanusu bulunan lambalar vardı. Bunlara şişeli lamba ya da idare lambası denilirdi. Bu lambaların alt kısmında gaz yağının konulduğu camdan yapılma bir haznesi bulunmaktaydı (Resim 3). El feneri ile fıskiyelerde gaz haznesi tenekedendi. Hepsinin yanma biçimi aşağı yukarı aynıydı. Gaz haznesinin boğaz kısmında bulunan yuvarlak ya da yayvan delikten geçirilen fitil gaz hazinesinden sızdırdığı gaz yağını yakarak aydınlatma sağlardı. Küçük el feneri ile şişeli lambalarda ışığın seviyesini ayarlamak için fitili aşağı ve yukarı kaydıran bir mekanizma bulunurdu. Fitil yukarı çekilince ışık gücü artar, aşağı kaydırılınca ışık gücü düşerdi. Buna bağlı olarak fitil yukarı çıkarılınca gazyağı tüketimi artar, aşağı çekilince azalırdı.
Elektriğin Çaykara’ya gelişinden sonra da sık yaşanan elektrik kesintilerine karşı özellikle kış aylarında bu cihazlar aydınlatma açısından oldukça önemliydi. Ayrıca halen elektrik bulunmayan mezirelerde ve 1991 yıllına kadar Çaykara’daki yaylaların birçoğunda bu lambalar kullanılmaktaydı. Süreci biraz daha gerileri getirdiğimizde yani gaz lambasının olmadığı ya da olsa da gazın yeterince bulunmadığı zamanlarda insanlar aydınlatmayı sağlamak için başka yöntemler kullanmaktaydı. Eskilerin anlatımlarında sobaların da olmadığı bu dönemlerde evlerin içerisinde bulunan, şimdilerin şömine dedikleri ocaklarda yanan ateş ile bu ocakların etrafındaki taş duvara tutuşturulan çıralar yardımıyla aydınlatma sağlanırdı. O dönemlerde insanların geceleri gittikleri sohbetlerde yine çıraların aydınlatma özelliğinden faydalanılmaktaydı.
(Resim: 1) (Resim: 2) (Resim: 3)
Gaz lambaları insanlar için önemli bir kolaylık sağlasa da kullanımı hem maliyetli hem de yangın oluşturmaya meyilli olmasından riskliydi. Örneğin eğlence amaçlı bir araya toplanılan seyir ortamlarında bu gaz lambalarından saçını yakanların sayısı az değildir. Köy ya da mezire evlerinde bu gaz lambalarının bulunduğu raf ya da çivilerin arka taraflarındaki tahta köşeler bu lambaların ısınma ve is etkisiyle yangın riski oluşturmaktaydı. Yine gece ahırlara gitmek icap ettiğinde etrafı camlı da olsa bu fenerler ahırda hayvanların altına serilen yaprak ve otlar için tutuşturma etkisi oluşturacağından tehlike arz edebilmekteydi. Hulasa bu malzemeleri kullanırken azami düzeyde dikkatli olmak gerekmekteydi. Tüm risk faktörlerine rağmen bu gereçler lüks olmayan ancak alternatifi de bulunmayan malzemelerdi. Bu lambalar soluk ışıklarıyla da olsa evlerin küçük pencerelerinden yansıyan sarı renkleriyle hayatın, canlılığın ve şenliğin emaresi olarak yıllarca görevlerini ifa etmişlerdi. Yaşayanların hatıralarında yerini koruyan, kendi olmasından öte farklı anlamlar da taşıyan bu gereçler, bugünlerde kaldırıldıkları yerlerde örümcek ağlarıyla hatıralara sarılmış akıbetlerini beklemektedirler.
Sadece bulunduğu odayı belli belirsiz aydınlatabilen ev içi lambaları insanların tek oda içerisinde toplandıkları ve tüm işlerini burada gördükleri ortamların vazgeçilmeziydiler. Işık düzeyi çok düşük olan ve etrafından dışa doğru ışık kalitesi düşen bu lambalar, 25, 30 metrekare alanın ücra köşelerine sadece bir gölge olarak ulaşabilmekteydi. İnsanlar, akşamdan sonra yemeğini pişirme ve yemesini, çamaşırını, bulaşığını yıkamayı, yatak serme işlerini oldukça zayıf olan bu ışık altında gerçekleştirmek durumundaydılar. Bu soluk ışık altında bir işe girişildiğinde, birisinin bu ortak alanda dolaşmasıyla ışık tamamen perdelenerek ciddi bir gölgeleme oluşurdu. Bu ortamları en güzel özetleyen deyim “ışık az, gölgeler büyük” olsa gerek. Gaz lambalı gecelerde insanların birbirlerine karşı en sık ikazı “ışığımı kesme, ışığın önünden çekil” biçiminde olurdu. Bu durumda herkesin oturduğu yer bile önemliydi. Zira ışığa yakın olan mutlaka diğerinin ışığını kesmiş olurdu. Bu durum yemek yiyeni, çamaşır, bulaşık yıkayanı, ders çalışanı mutlaka etkiler görme kalitesini etkilerdi. Şişeli lambalarda ışığın düzeyini fitili biraz daha dışa doğru çıkarmak suretiyle arttırmak mümkün olsa da bu kez gazyağı tüketimi artacağından evin büyüklerinin ikazıyla karşılaşılırdı. Artan ışığın, lambanın camını çatlatma, dar olan üst kısmının isle kaplanma riskini de göz ardı etmemek lazımdır. Işık kaynağı ve kapasitesi belli olsa da belki biraz daha etkili olur diye lambayı yakmadan önce şişesini güzelce silmek pekte işe yaramazdı. Sobanın yandığı dönemde soba kapağındaki pencereden ve diğer delikli kısımlarından sızan ışık ortam aydınlanmasına katkı sağladığı gibi nostaljik bir hava da katardı. Evin oturma, yeme, yatma ders çalışma vb. alanı olan bu tek oda haricinde diğer odalarda anlık işleri olanlar varsa pilli el fenerlerini şayet bu da yoksa taşınabilir gazyağlı el fenerlerini kullanmak durumundaydılar. Hayvancılıkla uğraşan yöre insanları akşam sonrası ahırda gerçekleşen herhangi bir duruma müdahale etmek amacıyla buraya yine küçük el fenerleriyle gitmek durumundaydılar. Sonbaharda tarla hasat zamanında yine küçük camlı el fenerleri kullanılırdı. Günlerin oldukça kısaldığı bu dönemlerde akşamdan sonraya sarkan mısır kırma, fasulye ayıklama işleri bir sırığa asılan bu el fenerlerinin ışığı altında gerçekleştirilirdi. Yine çuvallanan veya sepetlere doldurulan mısırı, kabağı taşımak için patika yolu bu fener vasıtasıyla aydınlatılırdı. Genelde bu işleri okuldan gelen çocuklar yaparlardı. Sepetlerin gıcırtılarına eşlik eden küçük adımların büyük gölgeleriyle bir an önce eve ulaşmak için bir elde fener diğer elde bir kabakla yollar arşınlanırdı. İki kişiye pek de yetmeyen bu ışık kaynakları ile yollar çoğu zaman ezberden gidilirdi. Eve taşınan ve genişçe bir alanda toplanan mısırın vakti gelince soyulma işleri de akşamdan sonra ya bireysel ya da imece usulüyle yine bu fenerlerin soluk, sarı ışıkları altında gerçekleştirilirdi.
Bahsini ettiğimiz bu zamanlarda öğrenci olmak da oldukça zordu. Geçmişinde önemli bir ilmi gelenek bulunan Çaykara’da insanlar, hem medrese hem de okul derslerine çalışmak açısından yine bu lambalardan faydalanmak durumundaydılar. Tek oda içerisinde umumi işlerin görüldüğü sırada duvara asılmış olan lambanın ışığında bir talebenin ders çalışması imkânsızdı. Bu durumda ya fıskiye lambasını ya da el fenerini, üzerinde çalışacağı yemek sofrasının ya da pekenin üzerine koyarak çalışmak zorundaydı. Kabından çıkarılan gazlı el feneri lambası dikdörtgen camlı dış kabının üzerine konulup ders çalışma ortamı oluşturulurdu. Ders çalışanlar lambasının etrafında ışığı daha iyi alabilmek için saçı lamba ışığına değdi değecek şekilde otururdu. Lambanın etrafından geçenin rüzgârından, çalışanın nefesinden bile etkilenerek sağa sola esneyen, her an sönme emaresi gösteren bu lambanın altında çalışmak oldukça güçtü. Yanan fitilin üzerinden geniş olarak başlayıp yükseldikçe ip şeklini alan bu lambaların isi ve beraberindeki gaz kokusu da çalışılan dersin konu hatırlatıcı görevi görürdü. Etrafında oturanların yüzlerine yansıyan koyu sarı ışık, insanların arkalarında duvara kocaman gölge olarak aks ederdi. Öğrenciler bu kadar yakın mesafeden bile okuyacağı ya da yazacağı satırları zorla seçebilirdi. Keskin gazyağı kokusu ve simsiyah is altında titreyen lamba ışığı ile çalışmanın insan sağlığı açısından taşıdığı risk o dönemlerde akıllara bile gelmezdi. Tüm bunlara rağmen bu kısıtlı ışık altında azimle çalışan bu insanlar geleceğin münevverleri olarak aydınlık saçacaklardı. Bu çalışma biçiminin en önemli kazanımı ise ışığın etraftaki nesnelere ulaşamaması nedeniyle tek bir kaynağa yani önündeki çalışma dokümanına odaklanmayı sağlamasıydı. Evlerde televizyonun olmadığı belki bir pilli radyonun olduğu bu ortamlarda dikkati dağıtacak dış etkenler pek bulunmazdı. Sadece ev halkının seyrek konuşmaları ile ev işlerinin yapılması sırasındaki ses, dikkatleri dağıtabilecek unsurlardı. Pilli radyolar ise pil tüketimine sebep olacağı gerekçesiyle oldukça sınırlı kullanılırdı. Akşamları TRT radyosundan sadece 19.00 ana haber bülteni dinlenir ve radyo kapatılırdı. Dolayısıyla lambasın soluk ve adeta yorgun ışığı ev halkının da durgunluk ve sessizliğine çanak tutar bir hal alırdı. Hulasa bu ortamlarda geceler de lambanın ışık gücü gibi insanlar için hep soluk ve kısa olmuştu. Gecelerin uzun olduğu kış aylarında bile gece yaşamı yatsı namazından sonra biterdi. Ders çalışacak öğrenciler ise herkes yattıktan sonra bu durgun ortama fazla dayanamayıp erken yatmak durumunda kalırdı.
İnsan elinin daha az değdiği doğallığın daha belirgin yaşandığı ortamlardan birisi mezirelerdi. Gaz lambaları bu nostaljik ortamın mütemmimi adeta tamamlayıcısı olurdu. Buradaki evlerde geçen bir gecenin köy evlerinden pek farkı olmazdı. Ancak daha otantik olduğu tartışmasızdır. Daha çok hayvancılık amaçlı kullanılan bu yerlerde iş merkezli bir yaşam vardı. Dolayısıyla talebe olanlar özellikle akşamları ders çalışacak ortamı burada daha zor bulurdu. Zira buradaki yaşam şartları daha kısıtlı ve kullanılacak her malzeme ve konaklama süresi daha sınırlı idi. Bu yerleşim yeri köyden bir buçuk iki saatlik yürüme mesafesinde olup buraya herhangi bir ulaşım aracı ile gitmek mümkün değildi. Burada kullanılacak tüm malzemeler gibi gaz yağı da insan sırtında taşınmak zorundaydı. Bulunması zor ve yöre insanları için oldukça maliyetli olan gazyağının hem köy hem mezra hem de yaylaya dağıtılarak istenilen şekilde kullanılması oldukça zordu. Dolayısıyla idareli olmak bir zorunluluktu. Bir de insanlar burada köydeki gibi devamlı kalmadıklarından buradaki konforlarına fazla önem vermezlerdi. Örneğin aydınlatma için lüks sayılan camlı gaz lambaları buralarda nadir bulunurdu. Genelde fıskiye denilen ve duvardaki raflara konulan ya da asılan lambalar daha küçük olan bu ortamları aydınlatmaya yeterdi. Mezirede genelde ahşaptan inşa edilen evlerin, sobadan önceki dönemlerde duvara yaslanmış yassı bir taşa siper edilerek yakılan kara ateşin aydınlatmaya etkisi olurdu. Ancak bu ateşten tevellüt eden duman ile gaz lambasından çıkan is tek yaşam alanı olan odanın duvarlarını simsiyah bir renge bulardı. Özellikle gaz lambasının bulunduğu rafın arka tarafı ile lambanın üzerinde bulunan tavan kısmındaki karartı adeta zift halinde kendini belli ederdi.
Mezireler hayvanlara ot stoklamak için genişçe çayırlık alanlardan oluşmaktaydı. Çayırların biçme zamanı olan ağustos sonu, eylül ayı başları yöre insanları tarafından “çayırcılık” olarak adlandırılırdı. Güneşli günlerin az olduğu Karadeniz bölgesinde bu günlerin çok iyi değerlendirilmesi gerekirdi. Bundan dolayı bazı zamanlar otların bağlanması (hurças) edilmesi için akşamdan sonra da çalışmak lazımdı. Ay ışığının olduğu zamanlarda ay ışığı altında, olmadığında yine bu küçük fenerlerin ışığı yardımıyla otlar bağlanır ve taşınmaya hazır hale getirilirdi. Ormanın içi, dağların yamaçlarında her an bir yabani hayvanın ortama gelebileceği korkusu içerisinde bu küçük fenerlerinin ışığı ile is kokusu bir saptırıcı olarak insanlara güven verirdi.
Yine benzer şekilde yayla evlerinde de kullanılan bu lambalar iş görme özelliğinin yanında eğlence mekânlarının da vazgeçilmeziydi. Haftada dört beş kez oturulup sohbet edilen herhangi bir yayla evinin sohbet odasında gerçekleştirilen “barakaf” (sohbet) ortamları, horan amaçlı toplanılan “seyir“ mekânlarını da aydınlatmak için varsa şişeli gaz lambası yoksa fıskiye lambaları kullanılmaktaydı. Birçok insanın sosyalleşmesinde etkili olan bu faaliyetler ve buraları aydınlatan bu lambalar, nice insanların sevdasını izhar etmiş, nicelerini gölgeleyerek hatıralardaki yerini almıştır. Bunun dışında zor yaşam şartlarını kolaylaştırmanın en önemli organizasyonlarından olan imecelerde yine bu ışık kaynakları kullanılmıştı. Genelde geceleri organize edilen gübre, ot, odun taşıma ya da toprak kaldırma imecelerinde küçük el fenerleri kullanılırdı. Herkes elindeki feneriyle ancak önüne aydınlatabilen, tutulan elde lambanın sıcaklığını hissettiren, yürüdükçe sallanan, sallandıkça rüzgar etkisi alan, uzaktan ateş böceği ışığını andıran bir görüntü altında insanlar hem yüklerini taşır hem de sohbet ederek menzile ulaşırlardı.
En az iki neslin hayatına etki eden gazyağlı lambalar, hem bulundukları ortamları hem de bir neslin geleceğine etki eden bir fonksiyon icra etmişlerdi. Zorunluluğun vazgeçilmezi olan bu araçlar, günlük yaşamın bir parçası olarak ders çalışma ortamlarından, eğlence alanlarına, gece patika yolunun aydınlatılmasından, dışarda bir iş görülmesine varıncaya kadar sosyal hayatın bir parçası olarak yerini korumuştu. Tüm bireylere eşit düzeyde etki eden hayat şartları, aydınlanma konusunda da ayrıcalık sunmamaktaydı. Herhangi bir bireyi, haneyi veya mekânı gösteriş ya da sadelik açısından diğerinden farklı ya da üstün kılmayan en önemli göstergelerden birisi de bu aydınlatma cihazlarıydı. Güçlü ışık kaynakları olmasa da insanları bir araya toplama özelliği ile işe odaklama konusunda oldukça güçlü bir etkiye sahip oldukları muhakkaktır. Kısıtlı ışık etkisi altında çalışan nice insan ileride doktor, mühendis, öğretmen, iş insanı, esnaf, çiftçi vb. olacağını bilmeden bu ışığın kendisine gösterdiği ile başlayıp bir yaşamın temelini atmış oldular. Kimisi o ışık altında oyalanmış vaktini geçirmiş, kimisi o ışıkla ufkunu ve ufkunun ötesini aydınlatmıştı. Bu ışık kaynakları bazılarının hayatını bazılarının hayallerini aydınlatarak yaşam felsefesinin bir nüvesi olmuştu. Her bir gaz lambasının titreyen alevli ışığının altında şarj olan hafızalar geleceğin projektörleri olarak insanlığa ışık tutmaya devam etmektedirler.