Tarih: 30.12.2015 18:54

Şehit İsmail Oğlu Ahmet ve Ailesinin Hikayesi

Facebook Twitter Linked-in

Bugün Trabzon´un Çaykara ilçesine bağlı Taşkıran´da (eski adı Çoroş) bir müderrisin oğlu olarak dünyaya gelen Ahmed´in doğum tarihi kayıtlara tam olarak geçmedi. Ama oğlu Nazım´dan derlenen bilgiye göre Balkan savaşına katıldığı ve ardından redif askeri olarak köyüne döndüğü bilinmektedir.

Babası İsmail efendi uzun yıllar Kayseri´de medrese eğitimi görüp köyüne geç dönmüştü. Kendisine verilen müderrislik beratı ile evinde o günkü geleneklere uygun olarak üst seviyeye gelmiş (Molla Câmi seviyesini geçmiş olan) sınırlı sayıda öğrencilerine dersler vermekteydi. Köyünden uzun yıllar uzakta kaldığı için geç evlenmişti ve bu evlilikten iki oğlu iki kızı dünyaya gelmişti. Akranlarına göre küçük bir aile idi. Dünyevi işlerden fazla anlamazdı. Derse gelen öğrencileri ile vakit geçirmeyi severdi. Bunun karşılığında da bir şey almadığı için birkaç dönümlük mısır tarlası, hayvanları için ot biçtiği mezrası ve yazın gidilen yaylasının işlerini yapıyordu. Tarıma bağlı olan ailenin geçimini eşi Fatma ile birlikte bu küçük dünyasında sürdürürken öğrencilerine de medrese eğitiminde yüksek seviyeye işaret edenİsagoji okutuyordu. Oğulları Esed ve Ahmet´i resmen medrese öğrencisi yaparak askere göndermeyebilirdi. Ama muhtemelen kendisine gelen benzeri taleplere set çekmek için önce kendi oğullarını askere göndermişti. Ama oğlu Balkan Savaşlarından döndüğünde babasını bulamayacaktı.

1914 yılında Seferberlik ilan edildiğinde köyünde bulunan İsmail oğlu Ahmet´in eşi Mine hanım dördüncü çocuğuna hamile idi. Bölge şartlarında işlerin ve kış hazırlıklarının en yoğun olduğu aylar idi. Kışa hazırlık yapılıyordu. Ancak gelen çağrı da bekletilemezdi. Mahalleden ve akrabadan hemen herkes silah altına çağrılmıştı. O da tereddüt etmeden ve hiç bir hazırlık yapamadan kardeşi Esed (bir başka şehit hikayedir) ile birlikte köyüne en yakın olan ve yaklaşık 40 km. uzaklıktaki Of askerlik şubesine gitmek için yola çıktı. Savaş öncesindeki asker alma kanununa göre bakacak kimsesi olmayan ailelerin tek erkeği askere alınmıyordu. Ama bu sefer iş değişmişti ve herkes vatan savunmasına çağrılıyordu. Her biri evli ve esasında çocuklarına bakacak kimseleri olmayan iki kardeş de askere çağrılmıştı.

Ahmet´in askere gideceğini duyan ve o sırada yaylada bulunan kayınpederi (Mikdat) hemen hazırlık yaparak arkasından gelmiş ama onu köyünde bulamamıştı. Amacı -eski kanuna göre- onu askerden geri bıraktırmaktı. Yörenin geleneğinde yaylada geçirilen sürede kışlık yağ ve peynir yapılır ve kış boyu onun ile hayat idame edilirdi. Ahmet´in kayınpederi kış için hazırlanan bir küp (yöre ağzında kavran) yağı sırtlanmış ve köye inmişti. Bu yağı asker alma işlemlerini yapacaklara verecek ve kanunun uygulanmasını isteyecekti. Olmazsa satıp damadına harçlık verecekti. Ancak Of´a vardığında ikisini de yapamadı. Zira Ahmet sevke tabi tutulmuş, ve gemi ile yola çıkarılmıştı, üstelik nereye gittiği de bilinmiyordu veya söylenmemişti.

Henüz Çanakkale cephesi açılmamış, Karadeniz´den silah altına alınan askerler hızlıca Sarıkamış cephesine gönderiliyorlardı. Ahmet de bunların arasında idi. Birlikte sevke tabi tutulmuş olan amca oğlu Mustafa´dan alınan bilgiye göre de son görüldüğü yer Erzurum´da Kars kapısı idi. Ama tarih belli değildi. Sadece amcaoğluna anlattığı rüyasından, bu tarihin askere alındıktan bir kaç ay sonra olabileceği anlaşılmaktadır. Rüyasında eşinin doğumda vefat edeceğini kendisinin de şehit olacağını gördüğünü söylemişti. İfadesine göre amcaoğlu bundan etkilenerek birlikte firar edebileceklerini teklif etmiş ise de Ahmet reddetmişti. Zaten ertesi günü de cepheye gönderilmiş ve bir daha kendisinden haber alınamamıştır.

Gerçekten de Ahmet´in esi Mine hanım doğum sırasında bebeği ile birlikte vefat etti. Ahmet´in iki kızı ve bir oğlu babaanneleri Fatma Hanımın elinde kaldı. Aslında mahallede hemen herkes aynı durumdaydı. Geride kalanlar kadınlar, asker çocukları ve mahallede ve etrafta sadece bir şekilde malül olanlar veya asker firarileri idiler. Erkeklerden boşalan işgücü sıfıra inmişti. Bütün yük geride kalan kadınların ve çocukların üstündeydi. Fatma hanım da torunlarının bakımını üstlenmişti. Kocasından kalan tarlayı ekip biçiyor, bir kaç hayvan besliyor ve şehit yetimlerini besliyordu. Ayrıca onların eğitimleri ile de ilgileniyordu. Kızlar kısmen kendisine yardım edecek yaşlarda idiler. Ama Ahmet´in geride kalan oğlu (Nazım) onlu yaşlardaydı ve daha fazla korunmaya muhtaçtı. Babaanne ve 14-15 yaşlarındaki iki abla üstüne titremekteydiler. Hiç birinin yukarıda anlatılan asker yakınları ve şehit çocuklarına devletin yaptığı katkılardan haberleri yoktu. Zaten olamazdı da. En yakın kasaba on kilometreden fazla uzaklıktaydı ve bütün bilgiler oraya geliyor ve oradan varsa köy muhtarlarına ulaşıyordu. Fatma Hanım güvenlik endişesi duyduğu için üç yetimden ayrılmıyor, kimse de ona bir bilgi getirmiyordu. Üstüne üstlük savaş şartlarından dolayı bölgede kalan asker firarileri ve bazı menfaatperestler memurlara rüşvet vererek yetimlerin mallarına el koyuyorlardı. Nitekim Fatma hanım ve yetimleri ilk darbeyi sahte vekalet ile kullandıkları tarlanın ellerinden alınma girişimi ile almıştır.

Buna rağmen yine kendilerini himaye eden uzak akrabaları sayesinde Fatma Hanım ve üç şehit yetimi ayakta kalabilmişlerdir. Babaanne torunu eğitmek ister. Bölgede eğitim kurumu olarak bilinen yerler izinli müderrislerin ev medreseleridir. Savaş nedeniyle de çoğu kapanmış veya uzak köylerde bulunmaktadır. Fatma Hanım yaşadıklarından ve oğlunun yadigarı olan torununu uzaklara gönderemez, en yakınlarındaki bir müderrise gönderir. Ancak bir süre sonra yine adet olduğu üzere müderrise ödenecek aynî veya nakdî bir şey bulunamaz ve eğitim yarıda kesilir. Bu sefer babaanne işi üstlenir. Yıllarca eşinin öğrencilerine hizmet etmişti. Onlara hizmet ederken eşinin kitaplardan okuduğu pek çok şeyi ya tamamıyla veya kısmen ezberlemişti. Bunları torununa öğretmeye başladı. Öyle ki daha sonra yıllarca torunu babaannesinden duyduklarını anlatacaktı. Ancak ailenin peşini felaketler bırakmıyordu. O sıralarda yetim kızları konaklara hizmetçi olarak, çocukları da işçi olarak pazarlayanlar türemişti. Nitekim sakatlığından dolayı askere gitmemiş komşuları yaklaşık 10 km. uzaklıktaki pazardan bazı ihtiyaçları (muhtemelen kaya tuzu, zira o tarihlerde satın alınan en önemli ihtiyaçtı; hem insanlar ve hem de hayvanlar için kullanılıyordu) taşımak için bir imece düzenlemiş ve Fatma Hanım´ın izni ile bir torununu da imeceye katmıştı. Normalde sabah erken saatlerde köyden çıkan imece akşam saatlerinde tekrar evine dönmekte idi. Ama akşam olduğunda Fatma Hanım´ın kız torunu eve dönmemişti. Büyük bir telaş başladı. Önce imeceyi yapan arandı ama bulunamadı. Sonra sabaha kadar imeceye katılan diğer komşular gezildi, bilgi alınmaya çalışıldı. Babaannesinin dizinin dibinden ayrılmayan, bir gönül macerası da duyulmamış olan kızın bir genç ile kaçmış olması mümkün değildi. Aile ancak birkaç gün sonra hakikati öğrenecekti. İmeceyi yapan kişi Fatma hanımın şehit oğlunun yetim kızını Trabzon merkezde görev yapan bir polis amirinin konağına hizmetçi olarak satmıştı. Fatma hanımın dünyası yıkılmıştı zira üzerine titrediği torunlarını koruyamamıştı. Üstelik şikayet edebileceği bir merci yoktu. Başvurdukları herkes çaresizliklerini bildiriyordu.

Ailenin en küçüğü 12 yaşlarındaki Nazım da çaresizdi. Değil köyünden babaannesinin aşırı himayesi yüzünden mahallesinden bile fazla uzaklaşmamıştı. Ama okuma yazma bilmesi ve evin tek erkeği olması yüzünden iş ona düştü. Derhal yola çıktı. Babasının askerlik için şubeye gittiği yolları çarıkları ile yaya geçerek Of´a ulaştı. Burada ayaklarındaki çarıkları parçalanmıştı. Babaannesinin ekmek parası olarak verdiği harçlığın bir bölümü ile yeni bir lastik ayakkabı alı. Diğer bir bölümü ile de Of-Trabzon arasında işleyen bir yolcu ve yük takası için bilet aldı. Hayatında denizi ve bir deniz taşıtını ilk defa görüyordu. Heyecanlı idi, kalan çok cüzi parasını da ablasını bulunca harcayacaktı ve dolayısıyla takaya aç olarak binmişti. Bizzat kendisinden dinlediğimiz en acıklı hikayesi idi. Esasında her şeye mütehammil bir insandı, ama ilk defa bindiği taka ve Karadeniz´in azgın dalgaları onu sarsmıştı. İfadesine göre bir kaç kere denize atlamak teşebbüsünde bulunda ama engellendi. Taka Araklı´ya yanaşarak onu orada bıraktı. O, bu olayı anlatırken, küçük bir çocuğu orada bıraktıkları için taka sahibi ve yolculara kızmak yerine onlara dua etmesinden deniz yolculuğundan ne derece etkilendiğini gösteriyordu.

Araklı Trabzon arasındaki mesafeyi kısacık bacakları ile iki günde kat edebildi. Şehre vardığında aradığı kişiyi bulmakta zorlanmadı. Zira konakta oturan ve polis olan bir kaç kişi vardı. Ve onların kapılarını çalmaya başladı. Bir iki mekandan sonra aradığı konağı bulmuştu. Önce aile halkı tarafından kapıdan kovuldu. Akşam eve dönen konak sahibi olayı öğrenince iki kişiyi sokaklara salarak onu aratmaya başlamıştı. Uzaklarda değildi, konağın yakınlarında bir yerde çaresiz bekliyordu. Onu bulduklarında doğruca karakola veya hapse götüreceklerini düşündüğünü bana söylemişti. Ama öyle olmadı. Konak sahibi onu eve getirmelerini istemişti. Beklediğinden daha küçük bir çocuk ile karşılaşan ve -ona göre de- esasında iyi bir insan olan konak sahibi onun hikayesini dinledi ve onu teskin etti. Ablasını alıp gidebileceğini ama ertesi günü yine Trabzon´dan gidecek takanın hareket saatine kadar evde kalıp dinlenmesini istedi. Nazım rahatlamıştı. Kaç gün sonra sıcak bir yemek de yemişti. Ama ertesi günü olacakları düşündükçe korkuyordu. ?Ya ablasını bırakmazlarsa ve hele kendisini o korkunç tekneye zorla bindirirlerse ne yapacaktı?? Gece boyu bunları düşünerek uyuyamadı. Sabaha karşı konakta kimse uyanmadan ablasını uyandırdı ve kararını bildirdi. Gizlice konağı terk ederek yola koyuldular. Trabzon ile köyleri arasında günlerce süren yaya yolculuklarında geceleri geçtikleri köylerin boş damlarında, veya serander denilen yerlerinde kaldılar ve nihayet babaannelerine kavuştular.

Hükümetin kararları ne kadar iyi olursa olsun bu kararlar gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaşmadığı müddetçe bir şey ifade etmez. Üstelik bütün bu yaşananlar o gün için o kadar sıradan vaka olarak görülüyordu ki, kimsenin adeta umurunda değildi. Bu yüzden babaanne torunlarına daha sıkı bir şekilde sarıldı. Elbette akrabalar da biraz daha fazla himaye gösterdiler ama kimsenin kimseden farkı yoktu. Nazım artık eski uysallığını kaybetmişti. Yaşadıkları onu isyankar yapmıştı. Babaannesi başına bir şey gelmesinden korkuyordu. O ise ablalarının geleceğini düşünüyordu. Nihayet iki ablasının da iyi kısmetleri çıktı ve evlenerek uzun bir hayat yaşadılar. Fatma hanım da vefat etti.

II. Dünya savaşı kapıdaydı ve bu sefer Nazım askere gitmek istiyordu. Askerlik şubesine başvurduğunda yeni bir darbe ile karşılaştı. Nüfus kayıtları alt üst edilmişti. Acaba ablasının konağa satılması sırasında mı yoksa bir ara hükümetin ?muinsiz kalanların akraba veya köy ihtiyar meclisinin muin tayin edilmesine? dair 1916´da çıkardığı kanunun getirdiği yükümlülükten kaçan ihtiyar heyeti yüzünden midir bilinmez amcasının nüfusuna kaydedilmiş ve şehit babası adeta nüfus kayıtlarından çıkarılmıştı. Tabi ki miras işleri mal, mülk, tapu vs. işlemleri de alt üst oldu. Ama Şehit Ahmet´in oğlu geç yaşında da olsa askere gitti. Topçu sınıfına çavuş olarak ayrıldı. Dönemin genelkurmay başkanı Fevzi Çakmak´tır. Bir tatbikat sırasında Çavuş Nazım dikkatini çeker, onun ile ilgilenir bir şehit çocuğu olduğunu öğrenir ve biraz daha rahat askerlik yapması için İstanbul Beykoz´daki deniz piyade birliğine gönderir. Bu yüzden de ömür boyu minnettar kalacaktır kendisine.

Askerliğini bitiren Nazım, köyüne döndüğünde Fevzi Çakmak´ın adamı olarak bilinir. Aslında bunun ne anlama geldiğini kendisi de pek bilmez. Zaten milli şef dönemidir ve her şey bir merkezden idare edilmektedir. Onun hükümetten ve devletten bir beklentisi yoktur. Sadece babaannesinden devraldığı bilgisini geliştirmek ve mümkünse kendi çocuklarına ve etrafına öğretmek istemektedir. Malum Kur´an kursları kapalıdır ve bu tür faaliyetler jandarma takibindedir. Bu yüzden eskiden hafızların bolca yetiştiği köyünde bu işi yapma cesaretini gösteren yoktur. Çoğu kere çocuklara jandarma kontrolünden uzak olan yaylalarda Kur´an eğitimi yaptırılır. Kendi oğlu Ahmet Mikdat da öğrenme yaşına gelince, iki göz olan evinin bir odasını kursa dönüştürür. Çocuğunun yaşıtlarından hevesli birkaçını bularak onlara Kur´an okumayı öğretir. Akabinde onlara hafızlık yaptıracak bir hoca bulunur. Kışın kendi evinde yazın yaylalarda bu eğitim tamamlanır. Belki de Fevzi Paşa´nın adamı olması ona jandarmanın yaklaşmasını önler ve nihayetinde sayesinde pek çok hafızın yetişmesi mümkün olur. Adı Nazım Hoca olur. Demokrat Parti iktidarı sırasında yol müteahhitliği yapar ama sürdürmez. 1960 İhtilalinden sonra ?kendi ifadesi ile eski günlere dönüş korkusundan- hayatını din adamı olarak sürdürmeye karar verir. Girdiği sınavları başarı ile vererek 35 yıl boyunca Diyanete hizmet verir.

Şehit Ahmet´in geride bıraktıklarının hikayesi bundan ibaret değildir elbet. Ama belki cephe gerisinde yaşananları anlamak için bunlar kafi gelecektir. Burada asıl dikkati çeken husus bütün bu yaşananlar, mağduriyetler, görülen zulümlerin hiç birinin, bir şehit oğlunda vatana karşı olan muhabbetin yitirilmesine sebep olmamasıdır. Askerliği kutsamış, askerlere saygı duymuş dedem Nazım Hoca 100 yaşını aştığı günlerde bile ?din, vatan ve memleket? sevdasını kaybetmemişti.

 Not:  Bu yazı Gaziosmanpaşa Belediyesi´nin düzenlediği Çanakkale Sempozyumu´nda sunduğum ve basım aşamasında olan tebliğimin son bölümüdür.

PROF.DR.ZEKERİYA KURŞUN KİMDİR?

Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü´nde öğretim üyesidir. Osmanlı dönemi Arap coğrafyası, Ortadoğu´nun yakın dönem siyasi tarihi, Türk-Arap ilişkileri ve Kuzey Afrika üzerine Arap ve Avrupa ülkelerinin arşivlerinde araştırmalar yaptı ve bu konularda çalışmalarına devam etmektedir. Yol Ayrımında Türk-Arap İlişkileri (İrfan Yayınevi, 1994), Necid ve Ahsa´da Osmanlı Hakimiyeti: Vehhabi Hareketi ve Suud Devleti´nin Ortaya Çıkışı (Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1998), Basra Körfezi´nde Osmanlı ? İngiliz Çekişmesi: Katar´da Osmanlılar 1871-1916 (Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2004) gibi kitaplara imza atan Kurşun´un, birçok ortak çalışması bulunuyor. Kurşun ayrıca Yeditepe Üniversitesi ve Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi´nde de dersler vermektedir. Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü müdürlüğü yapmış olan Kurşun, Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Araştırmaları Enstitüsü Siyasi Tarih ve Uluslararası İlişkiler bölümü başkanlığını ve aynı enstitünün yönetim kurulu üyeliğini yürütmektedir. Kurşun aynı zamanda Ortadoğu ve Afrika Araştırmacıları Derneği´nin (ORDAF) başkanıdır.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —